28 Eylül 2012 Cuma

yol (gelip gidenler)

   yola çıkan insanlar gördüm. Bu sabah odamın penceresinden dışarıyı seydeyiyordum, sokaktan gelip geçen insanlar gördüm. Yavaş yavaş uzaklaşıyorlardı. Birisi kaybolmadan bir diğeri peyda oluyordu. Kimi erkek, kimi kadın, kimi çocuk. Bunların yanında doktor, avukat, ofisboy, tezgahtar, öğrenci, hayat kadını... Tıpkı hayatıma girip sonradan kaybolan insanlar gibiydiler. Tipleri, yaşları, ünvanları ne olursa olsun gidiyorlardı. Hayatıma giriyorlar bir süre yürüyorlar sonra kayboluyorlar. O zaman ben de insanların hayatına girip bir süre yürüyüp sonra gidiyorum. bazen bir insana çok yaklaşıyorum, ama sonrasında beklemeden uzaklaşıyorum. Kaderim bu, geliyorum ve gidiyorum. Hayatı, yaşanmaz hissettiğim zamanlar da oluyor bazen. Bazen hiç bir şeyden tad alamıyorum. İşte o zaman yerimde durduğumu hissediyorum. Yerimde durduğum zaman yaşamıyorum.

21 Eylül 2012 Cuma

banu

   aklıma hep başka kadınlar geliyor. Hep kürkler içinde samimiyetsiz. Sarı boyalı saçları, iğrenç derecede ağır parfümleri, ve sanki baloya gidiyormuşçasına gereksizce kuaförde şekillendirilmiş saçları. Aslında hepsi bana tanıdık gelmesine rağmen, hiç birini tanımıyordum. Evet benim hayat felsefem bu. Her şey bana tanıdık gelir ama tanımam. Seninle yaşadıklarımız da bu felsefenin meyvesiydi. Hatırlar mısın? arada dağlara çıkar şehri izlerdik. Ne kadar güzeldi o an. O acımasız, o pis, o iğrenç şehir. Ne kadar güzeldi değil mi? Ama biz ilişkimizi bir tepeden izlemedik. Onun içine daldık. Onun tüm pisliğini, tüm çirkefliğini gördük. Ağladık, çok geceler ağladık. Ve sonunda tanrı bize lütfettide ayrıldık. O zamanlar bu ayrılık bize ilaç gibi gelmişti. Ama şimdi özlüyorum  seninle geçirdiğim zamanları. Acısıyla tatlısıyla. Hani zaman geçtikçe tüm kötü hatıralar silinir ya. Sadece iyiler kalır geriye, önce iyilerin ölmesine rağmen. Evet sevgilim, önce iyi olan öldü. Kötü olan bu dünyanın pisliğini çekmeye çalışıyor şimdi. Yo, her gece sana hasret duymuyorum. Bilirsin yalan söylemeyi beceremem pek. Ama arada geliyorsun aklıma. Bir sigara yakıyorum. Bazen de yakmıyorum. Ama her seferinde kağıda sarılıyorum. Sana şiirler, şarkılar yazıyorum. Hani hasta bir insanı mutlu etmek için çeşitli maskaralıklar yapar ya insan. Aynı onun gibi. Yok hayır, hayata küsmedim. Sadece yoruldum artık. Artık hiç bir şeyden yeteri kadar zevk alamıyorum. En azından seninle olduğum zamanki gibi değil. Hayır, ayrıldığımıza pişman değilim. Aksine mutlu bile oldum. Çünkü sen mutlu olmuştun. Sen istemiştin ayrılmayı. Bir blog yazıyorum. Hani sen yazardın ya arada. Aynı ondan. arada senden de bahsediyorum. bazen mesaj atıyorlar, kim bu kadın diye. Sağolsunlar, beni pek sevdiler. Seni onlara anlatıyorum. Ama abartmadan. Çünkü sen hiç bir şeyi abartmayı sevmezdin. Seni aynen olduğun gibi anlatıyorum. Senden sonra hayatımdan birkaç kadın daha geçti. İnanır mısın hepsi de bana seni anımsatıyordu. Bağışla, ilk aşık olduğum kadın sendin. İnsan ister istemez vazgeçemiyor. Sana çeşitli halusinasyonlar gördüğümü söylemiştim. Bunun nedenini bir arkadaşım bana söyledi. Bu abartı kadınlar. Senin hiç sevmediğin kadınlardı. Hep böyle kadınları bana çekiştirirdin ya. Şimdi benim bilinçaltım, seni benden o kadınların aldığını söylüyormuş. Bunun bir çaresi yok mu dedim. Unutmaya çalış dedi. Nasıl yapabilirim ben bunu? Seni nasıl temelli unutabilirim. Off imkansız bu. Eh saatte geç oldu yatma vakti. Yarın sabah erken kalkmam lazım, bilirsin benim hep erken kalkmam lazım. Görüşürüz sevgilim. Umarın gittiğin yerde sen de buluttan yataklarda uyuyorsundur. Bunu bir çok şeyden daha çok isterim.

16 Eylül 2012 Pazar

ben bir kedi ezdim

bugün bir kedi ezdim
sessizce ölüme koştu,
önüme
ağır, 1985 model bir jawa ezdi onu
çünkü o an sürücü frene basamadı
o sürücü bana kendimden daha tanıdık olan bendim
biraz sarsıldım, ama dengemi kaybetmedim
biraz sarsıldım, ama kendimi kaybetmedim
sessizce koştu önüme
ne bir acı çığlık,
ne bir miyavlama
anında ölmüştü, vicdanım derinden yıkıldı.
ağır botlarım, ezmişti onu,
ağırlığına dayanamamıştı bir kedi
hiç unutmam beyaz üstüne siyah benekli bir kediydi
gitti,
bir an düşündüm
bir insan ezsem, kesin hapis yerdim
ama bir kediyi ezdim ve şimdi bu şiiri yazıyorum
kimse görmedi onu ezdiğimi
ben cezasından kaçan bir suçluyum
ben kendine acıyan bir yaşlıyım,
bedenim genç, ama ruhum o an yaşlandı
ben bir kediyi ezdim
sessizce geldi
sessizce koştu
engel olmak şöyle dursun,
cesedinin kokusunu daha o sokağa girmeden almıştım

10 Eylül 2012 Pazartesi

Türkiye'de cemaatçiliğin ilk yılları

  

...1950 seçimlerinden sonra ülke atmosferine din egemen olmuş, laikliğe karşı tepkiler hızla artmıştır. Kamusal alanlarda her türlü dinsel özgürlük-laiklik teorik çatışması, dinsel-geleneksel simgeler lehine sokağa yanşımıştır. Giyim kuşamın şeklindeki değişim hemen farkedilir olmuş, daha önce dinsel-simgesel giyim tarzlarıyla sokaklara çıkmayanlar, birden bire genel mekanlarda boy göstermeye, sokakların görüntüsünü değiştirmeye değiştirmeye başlamışlardır. Sokaktaki sakallıi şalvarlı, sarıklı, bereli, erkekler, çarşaflı kadınlar, yani islamcı giyim tarzına sahip insanlar çoğalmıştır. Hatta, din adamlarının, dini giysileriye sokaklarda gezmelerine izin verilmesi yönünde kanun teklifi hazırlanmıştır. Yine aynı doğrultuda Atatürk heykellerine saldırılar başlamış, TBMM'de ezan okunmuş, camilerei türbelere gidenlerin sayısında patlama olmuştur, camilerde vaizler, ülkeyi dinsiz CHP idaresinden kurtardığı için açıktan allah'a dua eder olmuşlardır. Dinsel içerikli canlanma diğer pek çok alana da yansımış, yüzlerce komünizmle mücadele derneği kurulmuş, polemiğe ağırlık veren dinci dergi ve kitap basımı görülmedik boyutlara ulaşmış, dini romanlar yayınlanmış, resmi okullardaki din dersleri ve imam-hatipler yetmezmiş gibi, Nurettin Topçu'nun ifadesiyle ''müslüman halkın çocuklarını en az iki bin yık geriye götüren kuran kursları'' açılmıştır. Kemalist devletin temellerine saldıran islamcı çevreler, halkın dine yönelik ilgisini tekrar canlandırmak adına her yola başvurmuş; ülkede bir ''karşı devrim'' rüzgarı estirilmeye çalışılmıştır...

H. Bayram Kaçmazoğlu
sosyologca (temmuz-aralık 2012/sayı:4)

9 Eylül 2012 Pazar

o kadın

   

     kesinlikle umutsuz bir sabahtı, gözlerim, başım, her tarafım ağrıyordu. Yanımda bir kadın olduğunu sezdim. Bu ilkti, evet on sekiz yaşındaydım, ilk kez kendi evimdeydim, ilk kez yanımda bir kadınla uyanmıştım. Yaşını tam olarak kestiremedim ama galiba on dokuz felandı. Yerdeki boş viski şişesini gördüğümde, dünkü yayınevinden aldığım ödenek ve sonrasında bara gittiğim aklıma geldi. İlk defa bu kadar içmiştim, yanıma bir kadının yaklaştığını hatırlıyorum. Sonrası yok. Kalktım, mutfağa gidip bir kahve doldurdum. Bir de sigara yaktım. Nikotin beynime hücum edince sonrasını da hatırladım. Bir büfeden bir şişe viski almıştım, yanımda da bir kadın vardı. Sonra eve gelmiş olmalıyız. Şişeyi kimin açtığı, ne zaman içtiğimizi hiç hatırlamıyorum. Ama gülümsedim, çünkü annemin öğütlerini tutmamıştım. İlk defa annemin sözünü dinlememiştim. İçki içmiştim, bara gitmiştim, tanımadığım bir kadınla sevişmiştim. Bu benim için bir zincir kırma gecesiydi. Kırmıştım zincirlerimi. Açıkçası bu sabah ilk defa yaşadığımı hatırlıyorum. Daha önce hiç bir zaman saçma ve gereksiz bir şeyler yapmamıştım. Sınavlarıma hazırlandım, üniversiteyi kazandım, o yaz bir yayınevinin kültür alanında çalışmaya başlamıştım, daha sonra isteğim üzerine işimi aynı yayınevinin ankara şubesine taşıtmıştım. Tabiki her zaman istediğimi yapmıştım, ama hiç bir zaman benim isteyip başkasının istemediği bir şeyi yapmamıştım. Yayınevinden pek yüksek bir ücret alamıyordum, sonuçta sigortam bile yoktu. Arada deneme, makale götürürdüm. Bunun için ek ücret verirlerdi. önce yatak odasına gidip bir pantolon giydim. Sonra balkona çıktım. Sıcaktı, daha kış gelmemişti. bir an manzaraya, insan manzaralarına baktım. Dış kapımın kapandığını duydum. Yatak odasına gittim, o gitmişti. yüzünü bile göremeden gitmişti. Siyah saçlı beyaz tenli bir kızdı, ama yüzünü hiç göremedim. hemen apartmanın ön kapısına bakan bir pencereye geçtim, ama onu sadece arkadan görebildim. Boşver dedim sonra kendime. Bu kadını hiç tanıyamacaktım ama hiç unutmayacaktım. Bu kadın bana kendimi hatırlatan ilk etkendi. Yüzünü görmesem benim için daha iyi bir açıdan, ama o benim ilk ve gerçek aşkım olacak buna eminim. Bunu hissediyorum.

7 Eylül 2012 Cuma

hisset

  üniversite kaydı için bir kaç gün Ankaradaydım. Bu ankaraya ilk gidişim. O yüzden biraz karmaşık geldi tabi. Ama aynı nedenden midir bilinmez, insanları da karmaşık geldi. Hiç anlamadım. Galiba şehirler büyüdükçe, insanlarının duygu haznesi de büyüyor. Nasıl insan küçük yerde yaşıyorsa küçük düşünüyor, büyük yerlerde yaşayan ise büyük düşünüyor. Bilmiyorum belki bana öyle geliyor. Erken yaşlarımda şunu farkettim ki, insan ne gezerek ne okuyarak farklı insanlar tanıyarak kadar kişiliğini dindiremiyor. Yani bilgi için kitap tamam, görgü için gezmek tamam, ama kişiliğinin farkına varmak için başka insanları tanımak şart. Yalnızca insanda değil: mesela  farklı müzik türlerini dinlemek sizin müzik tarzınızın oturmasını sağlar. Farklı fikirlerin kitaplarını okumak, farklı insanlar tanımak, farklı yerler görmek. İnsana sentez imkanı sağlıyor.
  peki sorarım size hiç başka bir şey düşündünüz mü ? Mesela sömürü altındaki bir ülke olan Çad'da bir çocuk kölenin bir gününü düşündünüz mü? Düşünmediniz mi? neden ? çünkü siz o değilsiniz. Peki neden olamıyorsunuz? bunu kendinize sordunuz mu hiç ? Ben her gün o çocuklardan biri oluyorum, ben her gün Şili'de bir maden işçisi veya Amerikada yurdu yok olmuş bir Aztek oluyorum. Peki neden, bunun bana ne yararı var? Bunun bana yararını bu şeyi yapabilenler anlar. Nasıl yapılacağı çok basit, onları sev, bütün insanları sev, asla kalbinde nefret besleme. Ve bilgi, bilgi mutlaka. Bunu başardığın zaman artık dünya senin için çok farklı bir yer olacak. Artık insanlara eskisi gibi bakamayacaksın. Bir insanı sevmeyi öğreneceksin. Ve o zaman etrafında senin gibileri göreceksin. Konuşmanız gerekmeyecek, sadece bakışacak ve saatlerce konuşacaksınız.
 
  bunu yapmanın tek bir kuralı var: HİSSET!!!!!!!

4 Eylül 2012 Salı

uzaklar

  uzakların hep mi bir çekiciliği olur? Etrafımızdakiler bir zamanlar uzak ve çekiciyken neden şimdi monoton ve iticiler?
  Galiba şifre bu: monoton!
  Görüyoruz ki her şey bir devinim içinde, değişimin olmadığı yerde var olan anlamını yitiriyor. Ve bir süre sonra her akıp gitmeyen şey gibi zararlı bir hale geliyor. Aslında çoğu insan bunu istiyor yani, değişmemeyi. Ama zehirlendiklerinin farkında bile değiller. Günleri işte, televizyon başında, ve uykuda geçiyor. Ne bir şeyler üretiyorlar, ne kendilerine biraz olsun zaman ayırabiliyorlar. Onlar evlerinde oturup tv izlemeyi özgürlük sanıyorlar, ama bilmiyorlar ki başkasının verdiği şey asla özgürlük değildir. Özgürlük sen çaldıkça özgürlüktür.  Aksi takdirde sadece oyalanmalık bir şeydir.
  Bugün insanlar daha büyük bir kafese girdiklerinde özgür olduklarını sanmaktalar. Ama bilmiyorlar ki zamanı gelince bu özgürlük de onlara yetmeyecektir. İşte o zaman başka bir kafese geçmek yerine kafesi kırmak gerekecek. Bu tabi her kesin yapabileceği bir şey değil. Bunu ancak topluma lazım olan geçici liderler yapacak. Bakınız geçici liderler diyorum çünkü liderlik kalıcı olduğu zaman bu diktatörlüğe yol açar. Ve diktatör kişilikler o yoldan rahatça geçer. off bugün hiç yazasım yok burada kesiyorum.

3 Eylül 2012 Pazartesi

savunma ve ejderhanın gücü

     Yorgundum o an jürinin önüne çıkarken özgürlükten daha fazla istediğim tek şey biraz uykuydu.
      bir mahkemeye çıkmıştım, hakim gözlerini bana dikmiş, anlat!! diyordu. Anlatacak o kadar çok şey vardı ki. Ama nereden başlasam asla bilemedim. Bu hakim, belli ki dindar ve milliyetçi bir kişilikti. Bunu yüzünden anlıyordum. Bu hakim kahvede arkadaşlarıyla muhabbet eder, tüm ''atayizleri'' ipe dizme planı yapar, bunu biliyorum. Nasıl mı?? bu benim bilinçaltımda. Hakim tekrar etti, Anlat!!
     nerden başlasam bilmem, hakim bey. Ben daha kendimi tanımadan diğer insanları tanıdım. Diğer insanların arasında acizleri, düşkünleri, ve din hastalığına tutulanları gördüm. Ve onların dili bana zehir gibi cümleler akıtırken, ben onlara neden demedim. Onlara baktım ve neden olmasın? dedim. Onlar beni zararlı bir adam olarak göz önüne attı, ama ben bir karıncayı bile incitemem, kavga ettiğim adamdan ertesi gün özür dilerim. Beni tanıyan kimse benim düşmanım değildir. Ben şahıslar tarafından değil, toplum tarafından afaroz edildim. Ben insanı bir cevher olarak görüyorum. Ben hiç kimsenin malını çalmadım, hiç kimseyi kırmadım, ben her zaman mantığımın haklılığını göstererek onlara seslendim. Bazıları bana mantık değil din!! dediler. Ama ben onları dinlemedim. Eğer sizin dininiz doğruyu emrediyorsa, mantığı da yanında istiyor demektir, dedim. Yalan mı söyledim. Ben bir insana baktığımda zincirlere vurulmuş bir çocuk görüyorum ve o çocuğa baktığımda uyuyan bir aslan görüyorum. Ben o aslanı uyandırmak için varım, şayet önce insanı zincirlerinden kurtarmam lazımdı. Ben bunu istedim, ben inşaat işçisinin bile okuyan düşünen bir insan olduğu adil bir toplum istedim. Ben sokaklarımızı temizleyen çöpçünün de devlet işlerini yöneten bir memurun da aynı seviyede olmasını istedim. Ben eşitlik istedim. Bütün bunlara rağmen siz bana komünist dediniz. Peki sorarım size, komünizmden başka esitliği savunan bir sistem olamaz mı? komünizm kötü bir şey mi? Ben çocuklar saf bilgi ile şenlensin istedim. Ben çocuklar kandırılmasın, onlar da insan olduğunun farkında olsun istedim. Ben makinelerin, bilgisayarların birilerinin halka hükmetmesi için değil halkın kendisinin üretip kendisinin kullanması için var olmasını istedim. Yüzüme alaycı bakıyorsunuz, ne çok şey istemişim meğer!! sizler zincirlerinizi kaybetmek istemiyorsunuz. Zincirleriniz olmadan bir uçurumdan aşağı yuvarlanacağınızı sanıyorsunuz. Ama bilmelisiniz ki dünya, sadece uçurumdan ibaret değil. Belki inanamayacaksınız ama, o korktuğunuz uçurum aslında hiç var olmadı. Siz gözlerinizi açtığınız an, uçurumun aslında var olmadığını anlayacaksınız. Ve belki kendinize kızacaksınız. Ama bana kesinlikle kızacaksınız. Diyeceksiniz ki neden daha önce bize haber vermedin? neden daha çok yazmadın, daha çok anlatmadın?? ben o gün geldiğinde başımı öne eğmek istemem. Ben yinede mutlu olurum, kızsanız dahi, sövseniz dahi. Ama ben ekseriyetle o gün bana teşekkür edilmesini isterim. Hayır beni lider olarak kabul atmek değil, sadece küçük bir teşekkür. Veya gülen gözler, bu bana kesinlikle daha çok şey anlatır. Ben hiç bir zaman lider olmak istemedim. Bazen oldum doğrudur ama bunu hiç mi hiç istemedim. Liderler evrimin gereğidir. Ama insanoğlunun evrimi bunu aşacak niteliklere ulaştı bence. Nietzche bize üst insandan bahsetmişti. Bana kalırsa üst insan lidersiz insandır. Çünkü o kendi bedenine ve aklına liderdir. nerde lidersiz bir toplum görseniz. İşte bunlar üst insan topluluğu diyebilirsiniz. Ama bu nietzche'yi de aşan bir şey. Eminim ki onun aklına bile gelmemiştir böyle bir toplum. John lennon bunu düşünmüştür ama ''imagine'' da bahsettiği ''devletin, dinin olmadığı bir dünya hayal edin.'' Cümlesi de tam olarak üst insan topluluğunun yaşadığı dünyadır. Yada üstinsanların hayal ettiği dünyadır. Hakim bey, ben zihni çeşitli  düşüncelerle kaynayan bir insanım. Sürekli düşünür sürekli yazarım. Beni kodese atsanız bile düşüncelerimi durduramazsınız. Ancak beni idam etmeniz gerekir. Bu da haketmediğim bir ceza yediğim için halkı ayaklandıracaktır. Yani bu düşünce fırtınasından asla kaçışınız yok. Ya devrimin içinde olun ya da dışında kalıp sağlam bir tokat yemeyi bekleyin. Ayaklarım soğuk alıyor, dışarıda kuvvetli bir rüzgar esiyor olmalı, bu devrimin rüzgarıdır. istersen benim gibi sen de bir yelken aç ve uzak adaları uzak düşünceleri keşfet ya da o rüzgarın senin gemini batırmasını bekle. Seçim senin.
    hakim beni dinledi ve yanındakilere bir şeyler fısıldadı. o an bayıldım, zor bir auraydı. her şey bulanmıştı. Bütün işçiler, acı çekenler bana kendini tanıttı. Geliyoruz dediler. Geliyoruz!
    uyandığımda iki askerin kollarımdan beni kodese götürdüklerini gördüm. Kayıtsız kalmaya çabalayan yüzlerinde derin bir keder vardı. O an beni değil muhtemelen çocuğunun okul masraflarnı düşünüyorlardı. Bu beni de ağlattı. Hayır onların suratları ağlamıyordu, ruhları ağlıyordu. Ve ben bunu biliyordum. Çünkü ben ruhumun farkındaydım, ve bu tanrıyla konuşmak gibiydi. Önümde beliren ejderha önce önümde başını eğdi sonra sonra ağzından çıkan alevlerle beni yakmaya başladı.
  o an uyanmıştım. Masanın üzerinde sızıp kalmak kadar kötü bir uyuma şekli yok dedim kendi kendime. Sonra ejderhanın ne anlama geldiğini istemeden de olsa kendime açıkladım. Bu halk uyuyan bir ejderhadı, ben onu uyandıracağım, önce bana itaat edecekler sonra beni yakacaklar. boşver dedim kendime. zaten günde iki paket sigarayla daha ne kadar yaşabilirim.

2 Eylül 2012 Pazar

bahar

bu bahar sevişmek yok
yaşamak, nefessiz bir duruş gibi
aşk hiç bir şeye daha yakın değil sana olduğu kadar
bir nefesin uyandırır tüm ruhumun tembel ayyaşlarını
yurtlar bana en yakındır senin bahçelerinden
senin bahçen, gül yok, papatya yok, kirli dikenlerle dolu
ne gül ne papatya, senin dikenine değemez değeri
erken geliyor güz, yapraklar bu bahar erken düşüyor,
düşen her yaprakta, daha fazla ağlıyorum
solan her yaprak bana öncekileri hatırlatıyor,
yazın doğanlar ve baharla sararıp solanlar
yağmurlar bile yağmaz oldu eskisi gibi
çok şey değişti buralarda
tanrı artık pek sevmiyor bizi
insanın bile insanı sevmediği oluyor bazen
o zaman tek dayanak yine kendimiz oluruz
anlarsın ya bu bahar sevişmek yok
bu bahar aşk vaktidir
bu bahar çocukça akların zamanı

1 Eylül 2012 Cumartesi

güzel bir anıydı, Songül'dü

Beklemekten ağaca dönmüştüm adeta. Beklediğiniz bir kız ise bu durum normaldi tabi. Yaklaşık olarak on beş dakika önce gelmesi gerekiyordu. Bu kızlar neden hep böyle geç kalmak zorunda mıdır? Adı Songül’dü. Sonunda göründü. Ellerini kollarını sallayarak geliyordu. Bir kız böylesine korkunç güzel geliyorsa sizinle buluşmaya, belki de 15 dakika ağaç olmayı kafaya takmamanız gerekiyordur.

‘’Gecikmedim ya?’’ dedi. Gecikmemişmiş mi acaba?

‘’Yok gecikmedin, sanırım ben biraz erken geldim.’’ dedim. Geldi, koluma girdi, beraber cadde boyunca yürüdük. Güzel bir kafeye gidip iki lafın belini kırarız, birkaç iltifat ederim diye düşündüm yol boyunca.

Bir kafeden içeri girdik, sonra o masada oturan zıpırlardan birisi, Songül’e seslendi, o bilindik cool tavırlarla falan; hey Songül, buraya gelin, buradayız, diye. O an beynimden vurulmuşa döndüm. İçimden o zıpırı öldürmeye dair planlar yapmaya başlamıştım bile. Durup dururken nereden çıkmıştı? Ne güzel kızla baş başa muhabbet edecektik, belki ilk defa ellerinden tutar, gözlerinin içinde bütün dünyayı unuturdum. Ama ne mümkün, hep bir yerlerden böyle zıpırlar çıkar. Ne zaman değişecekti ki benim bu köhne talihim?

‘’Hadi tatlım, gidelim, iyi çocuklardır, takılırız.’’ dedi. Bu laflar bana zıpırların bir yerlerden çıkıp durmasından daha çok koydu. Baş başa kalmadıktan sonra buluşmanın anlamı ne ki? Birde başka erkeklerle onu muhabbet ederken görmek zorunda mıydım? Aşk üzerine yazılan bütün o zırvalıklar neydi?

‘’Ben başkalarıyla pek takılmak istemiyorum, sadece seninle takılmak istiyorum. Senden başka kimse beni ilgilendirmiyor.’’ dedim.

‘’Çok tatlısın.’’ dedi, tatlıymışım, kıçımın kenarı. ‘’Ama şimdi kırmak olmaz ki, davete icabet, medeniliğin gereğindendir. Sonra senin için asosyal falan derler amaaaa.’’ Şu dünyada nefret ettiğim bir şey varsa, o da zaten şu medeniyet ve lanet gerekleri. İyi de onlara sosyal olduğumu ne zaman iddia etmiştim ki? Peh, ne dedikleri kimin umurundaydı, onları tanımıyordum bile.

Mecburen oturduk masaya. Songül pek bir istekli kasıla kasıla oturdu, zıpırda sandalyesini çekip resmen benim kıza iş koyuyordu, hem de benim yanımda. Kızda öyle nazik teşekkürler ediyordu. Komikti bir bakıma. Kızın sandalyesini çekmek, çok büyük işti doğrusu. Kızdan nefret etmeye başladım o an. Yani tamam güzel müzel ama o tavırlar falan neydi öyle. Daha kafeye girmeden önce ona aşık olduğumu düşünüyordum, sorunda bu ya zaten, ciddi ciddi düşünüyordum. Ben gerçekten deli olmalıydım.

Yirmi saat boyunca, öyle oradan buradan konuştular ki kulaklarımı tıkamak için pamuk getirmediğime pişman oldum. Şunu tanıyor musun? Aaa evet, şu şu şu değil mi? Biliyor musun ne yapmış o? Ne yapmış? Şöyle, şöyle, şöyle. Aaaa öyle mi? Sanırsınız aya ilk adımı falan atmıştı. Ama bilemiyordunuz, bir kızla buluşunca böyle zıpırların bir yerlerden çıkıp, kafanızı şişireceğini, bilemiyordunuz. Zıpırla bizim Songül iyi kaynaştılar. Sonra Songül felaket sıkıldığımı falan sanıp, kalkmamız gerektiğini söylediğinde, bizimle beraber kalktı ve iki sokak boyunca peşimizi bırakmadı. Bir ara eğer olur da bu kızla evlenirsem, gerdek odamızda falan bile bizi yalnız bırakmayacağını düşündüm. Bu kızla evlenmek mi? Deliyim ben.

Sonra peşimizi bıraktığında ne yaptım? Songül?ün elinden tutup, benimle uzaklara gelmesini, bu lanet şehirden kurtulmak, bu sıkıcı ve boş insanları unutmak istediğimi söyledim. Kabul etmedi tabii. Gerçi o kabul etseydi bile onunla gideceğimi sanmıyordum. İşin ilginci bunu ona söylerken ciddiydim. O an yaz mevsimine inat sert bir rüzgar esiyordu ve sanki o rüzgar bunun son buluşmamız olduğunu fısıldıyordu. Artık yolculuk vakti gelmişti.  


bu hikaye sevdiğim dostum A.Artaud un çalışmaları sonucu meydana gelmiştir.


falcı (böyle buyurdu zerdüşt)

  insanlar büyük bir kedere düştüklerini gördüm. en ileri bile işlerinden bezmişlerdi.
  bir mezhep ortaya çıkmıştı ki sloganı şu idi: ''Herşey boştur, hepsi birdir. Her şey geçmiştir.''
  ve bütün tepelerden yankı geliyordu: ''her şey boştur, hepsi birdir, her şey geçmiştir.''
  Oldukça iyi bir hasat yaptık. Fakat neden bütün meyvelerimiz çürüdü ve esmerleşti? Son gece muzip aydan ne düştü de böyle oldu? Bütüm emekler boşa çıktı. Şarabımız zehir oldu. Tarlalarımıza ve kalplerimize nazar değdi. Hepimiz kuruduk. Üstümüze ateş düşse kül gibi tozacağız. Hatta ateşi bile söndürebiliriz.
  Bütün pınarlarımız kurudu. Deniz bile çekildi. Bütün temeller yıkılacak. Fakat derinlik yutmak istemiyor.
  İçinde boğulabileceğimiz deniz nerde? Böyle dert yanıyoruz. Sığ bataklıklar üzerinde böyle dert yanıyoruz.
  Gerçekten biz ölemeyecek kadar yorgunuz. Şimdi artık uyanık duruyor ve mezar boşluklarında yaşamaya devam ediyoruz.
  Zerdüşt bir falcının böyle söylediğini duydu. Ve onun falı yüreğine dokundu. O, değişmişti. Kederli ve yorgun dolaştı durdu. Ve falcının anlattığı adamlara benzedi.
  Zerdüşt havarilerine az sonra ''Bu alaca karanlık gelecek'' dedi. Ben ışığımı bundan nasıl kurtarayım ki, bu gamın içinde sönmesin? Çünkü o ışık uzak dünyaları ve en uzak geceleri aydınlatacak.
  Zerdüşt yüreğinde bu kederle dolaşıyordu. Üç gün ne yedi ne içti. Huzurunu kaybetmişti ve konuşamıyordu. Sonunda derin bir uykuya daldı. Fakat havarileri ne zaman uyanacak ve konuşacak ve ne zaman kederlerinden kurtulacak diye uzun geceler başında nöbet beklediler.
  Zerdüşt yüreğinde bu kederle dolaşıyordu. Üç gün ne yedi ne içti. Huzurunu kaybetmişti ve konuşamıyordu. Sonunda derin bir uykuya daldı. Fakat havarileri ne zaman uyanacak ve konuşacak ve ne zaman kederlerinden kurtulacak diye uzun geceler başında nöbet beklediler.
  Zerdüşt uyandığında sesi havarilerine pek uzaklardan geliyor gibiydi: ''dostlarım benim rüyamı dinleyin ve onu yorumlamaya yardım edin. Bir rüya bana bir bilmece gibi geliyor. Onun işaretleri içinde saklıdır ve tutsaktır ve serbest kanatlarla uçamaz. Rüyamda hayattan ayrılmıştım. Ölümün o ıssız dağ kulesinde gece ve  mezar bekçisi olmuştum. Yukarıda ölümün tabularını bekliyordum. Basık tavanlar, bu zafer işaretleriyle doluydu. Cam tabutların içinden, yenilmiş hayat bana bakıyordu.
  toz haline gelmiş sonsuzluğun kokusunu duyuyordum. Ruhum tasalı ve tozluydu. Zaten orada, kimin ruhu ferahlayabilir ki?
  Etrafımda gece yarısı aydınlığı vardı. Yanımda yalnızlık çömelmişti ve hırlayan ölüm sessizliği, dostlarımın en kötüsü ile üçleşmiştik.
  En paslı anahtarları taşıyordum ve onunla bütün kapıların en gıcırtılısını açabiliyordum. Kapının kanatları kımıldayınca bütün koridorlara acı bir gıcırtı yayılıyordu. Bu kuş sevimsiz ötüyordu ve uyandırılmak istemiyordu. Fakat o susup da etrafta sessizlik başlayınca bu korkunç sessizlik içinde yalnız kalmak daha korkunçtu ve kalbi burkuluyordu.
  zaman, 'öyle bir şey varsa' , böyle geçiyordu. Ben ne bileyim! Fakat sonunda beni uyandıran olay meydana geldi.
  Kapı gök gürler gibi üç defa vuruldu, kubbeler yankıyla üç defa inledi. O zaman kapıya gittim.
  ''Alpa'' diye bağırdım, külünü dağa taşıyan kim? Alpa, Alpa külünü dağa taşıyan kim? Anahtarı soktum, kapıyı kaldırmaya uğraştım, fakat daha bir parmak aralık olmadan uluyan bir rüzgar kapının kanatlarını açtı. Islık çalarak, gürleyerek, önüme siyah bir tabut attı. Tabut uluyarak, öterek çatladı ve içinden binbir kahkaha fırladı. Bin çocuk, melek, baykuş, deli ve çocuk kadar iri kelebek suratlarından bana karşı kahkaha atıyordu. Korku ile irkildim, yere düştüm ve dehşetten ömrümde bilmediğim şekilde bağğırdım, kendi feryadım beni uyandırdı ve kendime geldim. ''
  Zerdüşt rüyasını böyle anlattı ve sonra sustu. Çünkü rüyasını yorumlayamıyordu. Fakat en çok sevdiği çömezi hızla ayağa kalktı. Zerdüşt'ün elini tuttu ve şöyle dedi:
  ''Ah, Zerdüşt, bizzat senin hayatın bu rüyayı yorumlar. Ölüm kulelerinin kapısını parçalayan tiz sesli rüzgar sen değil misin?
  Hayatın rengarenk maskeleri ve kötülükleriyle dolu tabut bizzat sen değil misin?
  Gerçekten, Zerdüşt, ölü odalarına bin katlı çocuk kahkahası gibi girer ve bütün gece mezar bekçilerine ve karanlık anahtarlarla dolaşan baskılarına güler.
  Sen kahkahanla onları ürkütecek ve devireceksin.
  Kudretsizlik ve uyanma, senin onlar üzerindeki iktidarını kanıtlayacak, hatta uzun gece ve ölüm yorluğu geldiğinde sen yine gökyüzümüzde batmayacaksın, ey hayatın müjdecisi!
  Sen bize yeni yıldızlar ve yeni gece güzellikleri gösterdin. Gerçekten, gülmeyi renkli bir örtü gibi üstümüze serdin. Şimdi daima tabutlardan çocuk gülümsemesi kaynayacak ve bütün ölüm yorgunluklarına sert bir rüzgar esecek. Bunun güvencesi ve falcısı bizzat sensin.
  Gerçekten, sen bizzat onları, düşmanlarını rüyanda gördüm. Bu senin en kötü rüyandı. Fakat nasıl ki sen o rüyadan uyanıp kendine geldiysen, onlar da uyanacaklar ve sana geleceklerdir.
  Çömez böyle dedi. Bütün ötekiler, Zerdüşt'ün etrafına toplandılar ve elini tuttular. Ve rüyasını ve kederini unutarak kendilerine dönmesini rica ettiler. Fakat Zerdüşt yatağında doğrulmuş ve yabancı bir bakışla oturuyordu. Uzun bir yolculuktan dönmüş gibi, havarileri kendisini ayağa kaldırınca birdenbire bakışı değişti, olan biteni kavradı. Sakalını sıvazlayarak gür bir sesle şöyle dedi:
  ''Pekala, bunun zamanı var çömezlerim, çabuk iyi bir yemek hazırlayın, kötü rüyaları böyle ödemek isterim. Fakat falcı yanımda yesin ve içsin. Ona bir de içinde batabileceği bir deniz göstereyim.
  Zerdüşt böyle dedi. Ve rüyasını yorumlayan insanın yüzüne uzun uzun baktı ve başını salladı.