20 Aralık 2012 Perşembe

sahilde, ılık tuz kokusuyla

  denizin tuzlu kokusu, deniz kokulu ılık meltem. şu anda tek hissettiği buydu. Herkes hayatı anlamaya çalışırdı. Ama o, hayatı o kadarda kompleks bir şey olarak düşünmüyordu. Ona göre hayat bugünlerin toplamıydı. Bugünler ise bu anların toplamıydı. Şimdi deniz kenarında tek başınaydı, ona göre hayat buydu. bu sahili biliyordu. Her lise çıkışında buraya gelir, kitap okur, sigara içerdi. Ama şimdi denizi olmayan bir şehirde üniversite okuyan, ara tatilini de ömrünün on sekiz senesini geçirdiği bir sahil kentinde geçiren bir adamdı. Eski günleri düşündü. Eskiden çok düşünürdü eski günleri. Ama üniversitenin yoğun temposu onu bunun gibi ince şeylerden alıkoyuyordu. Zaman ne çabuk geçiyor diye düşündü. Sınava hazırlık döneminin ilk günlerini dün gibi hatırlıyordu. Ama çok değişmişti. hatırlıyordu ama hissedemiyordu. Üniversite için hayalleri vardı. İlk sınıfta bir kitap çıkaracak, tek başına bir evde yaşayacak, ama sade bir hayat yaşayacaktı. Bunların hiç biri şimdilik olmadı. Ne bir kitap yazabildi, ne tek başına bir evde oturuyor, ne de sade bir hayatı var. Eski günleri düşünmek eski arkadaşlarını özletti ona, içi daraldı. Sarı saçlı kızı, kızıl saçlı kızı, uzun ve zayıf arkadaşını, uzun ve iri arkadaşını, tuvalette beraber sigara içtiği arkadaşlarını... hepsini özlemişti. Ama eldende bir şey gelmeyeceğini pekala biliyordu. Eskiden gittikleri allegrocafe'ye gitmeye karar verdi. Sahil boyunca yürüyecek, ara sokağa girecekti. Ağlamak geldi içinden, bütün hatıraları işgal etmişti benliğini. En çok koyanda, sarı saçlı kızın eskisi gibi konuşmamasıydı onunla. Sonra gece vakti sahilde içtikleri ucuz şaraplar geldi aklına. Ayık taklidi yaparak evine girdiğini. Ama gülümsedi. Ve ''hayat'' dedi. Acaba diye düşündü, hayatım bir roman olmaya değer mi? Acaba biri yazsa hayatımı veya ben yazsam okuyan olur mu? Bir arkadaşı yazarlıkla para kazanmanın yanlış olduğunu söylemişti. Gülmüştü; ona, insanın sevdiği bir uğraştan hayatını kazanması kadar güzel bir şey var mı? demişti. Arkadaşı da gülmüştü buna. Tüm bunlar aklından geçerken bir banka oturmuş olan sarı saçlı kızı gördü, gülümsedi. İşte yeni bir başlangıç fırsatı...

21 Kasım 2012 Çarşamba

sona kalmak

  ne kadar gariptir aslında bir türün bir neslin son üyesi olabilmek. İlkel göllerde bir dinozor neslinin son üyesi olarak sisli bir sessizlik içinde yüzebilmek. Var olabilmek kalabalıklar arasında bir zaferdir asıl. Ama tek olduğunda varolmanın değeri yok olur. Kalabalıklar arasında iyiki varım diyebilirsin belki ama yalnızlık bu mutlu değeri öldürür. Yalnızlık, seni olmak istemeyeceğin bi insan yapar. Yalnızlık seni yalnız yapar. Yalnız olmak asıl sorumluluktur. Yalnız olmak başkadır. O sessiz, sisli gölde yüzerken gökyüzündeki yalnız bir şahinin çığlığına kendi çığlığınla selam verirsin. O an yalnız olmadığını sanırsın. Şahinle arkadaş olmak istemezsin. Çünkü o şahin senin sen olmanı sağlayan şeyi alabilir. Yani yalnızlığını. Ayrıca kim bir şahin olmak isterki. Yalnızlığın meyvesiyle kim arkadaşlık etmek isterki. İnsan sürü içinde rahattır. Aynı milyonlarca çimen arasında bir çimen olmanın verdiği büyük rahatlık gibi. Ama sen bir çınarsan eğer, çimenlerin arasında. Her zaman tehlikedesin demektir bu. Yalnız bir canlı güçlü olmak zorundadır. O yüzden bir çınarın kabuğu serttir. İnsanın kendine saygısı, son olmasıyla doğrultuludur. Gerçek hayata dönmek istersek. Gerçek hayata dönmeyi kim isterki. Var olmanın ereğini kim içinde taşımak ister. Ben istiyorum. Ben benim ve benim tek derdim anlaşılmak. Yalnız olmaktan memnunum ama hayal ettiğim dünyada yaşayamamak bana sıkıntı veriyor. Ben sona kalanım. Bir başlangıcın son bulduğu bir döngüyüm. Evet bu hoşuma gitti, ben bir döngüyüm. Ben hayatı öğüten, hayatı yaşayarak harcayan bir döngüyüm. Din adamları ''ölümü hatırla'' derken ben ''hayatı hatırla'' derim. Ben dindar değilim ve hiç bir zaman dinlerle aram iyi olmadı. çünkü ben dini eleştirdim. Ben dini eleştiren bir neslin sonuyum. Ben bir çok şeyin sonuyum.

5 Kasım 2012 Pazartesi

içimdeki çocuklar



içimdeki insanlar öldü. Onlar savaşmadan öldü. Onlar hiç sevişmemişti. Onlar daha çocuktu. Şarap içerlerdi. Onlar çocuktu ama erken büyümüşlerdi. Hayatı erken yaşta anlamış, hayatı takmamayı öğrenmişlerdi. Sorun, onların yaşamasıydı aslında. Kimse onların yaşamasını istememişti. Onların hayatı birer pervaneydi. Hep dönmüşlerdi. Bir şeylerin etrafında dönmüşlerdi. Kimi evine dönmemişti. Uzak çöllerde, soğuk kutuplarda döndüler. İlk arkadaşlarımdı onlar. Onlarla paylaşmıştım oyuncaklarımı. Kimi zaman kavga ederdim onlarla. Ama annem bizi hep barıştırırdı. Annem beni her şeyle barıştırırdı. Savaşmamayı annemden öğrendim ve içimdeki çocuklarla barış içinde geçindim. Onlar öldü. Onlar, birkaç kadının ayakları altında öldü. Topuklu ayakkabılarıyla çiğnediler onları. Hepsi birer cesete döndü. Onlarsız uzun zaman oldu. onlar, gökyüzüne çıkan merdivenlerimdi. onlar olmadan gerçeği gördüm. Gerçek: benim, onların olmadığı yere verdiğim addı. Onlarla rüyalarım değerliydi. Onlarla aşk güzeldi. Sadece bana aşık olanlar görebildi onları ve korktular. Oyüzden kaçtılar. Kaçtıkları aslında bendim. Aşık oldukları çocuklardı. Hep rüyalar gördüm. Rüyalar beni bu yaşıma getirdi. Ama bir gün rüyalar bitti. Artık rüya bitti...

1 Kasım 2012 Perşembe

kadınlar ağlar

 
                         

Bazen kadınlar ağlar, kadınlar çoğu kez ağlar. Kadınlar sabırlı değildir. Sabır onlara göre bir iş değildir. Kadınlar terkeder. Erkek yerinde durur ama kadın terkeder. Kadın çoğu kez bencildir. Bir erkeğin hatası kadına değer vermektir. Ve hiç bir kadın bir erkeğe ait olmak istemez. Ama erkeklerin hepsine sahip olmak ister. Bir kadın asla başka birini sevemez. Sadece o insanın onda yarattığı duyguları sever. Kadın terkeder, erkek yerinde durur. Erkek salaktır, her erkek salaktır. Kadın başka bir erkeği düşünerek bir erkeği terkederken erkeğin aklında sadece o kadın vardır. Okan bayülgen'in de dediği gibi. Erkek hep salağı oynar. Ama nedense kadın haklıdır. Çünkü kadın her zaman bir sıfır öndedir ve kimse onların kusurlarını dile getirmeye cesaret edemez. Bunun nedeni kadının erkeğin hayatını kaplayışıdır. Her erkek kadınlardan korkar ve bunu kibarlık adı altında başka insanlara yutturur. Kadınlara karşı kibar bir erkek, kadınlardan korkan erkektir. ve onları mutlaka yanında isteyen erkektir.

26 Ekim 2012 Cuma

SEVGİ DUVARI



                  sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
                 kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
                  dilimizde akşamdan kalma bir küfür
                    salonlar piyasalar sanat sevicileri
               derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
                      yakanda bir amonyak çiçeği
                   yalnızlığım benim sidikli kontesim
                    ne kadar rezil olursak o kadar iyi

                   kumkapı meyhanelerine dadandık
              önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
                aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
                  sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
                     öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
                    çöpçülerin elleriyle okşardın beni
                    yalnızlığım benim süpürge saçlım
                   ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

                    baktım gökte bir kırmızı bir uçak
                      bol çelik bol yıldız bol insan
                      bir gece sevgi duvarını aştık
                     düştüğüm yer öyle açık seçik ki
                 başucumda bir sen varsın bir de evren
                  saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
                   yalnızlığım benim çoğul türkülerim
                 ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

                                             
Can YÜCEL

21 Ekim 2012 Pazar

çığıltı

   uzun süre okudum. kitaplar artık bir çok şeyin diliydi. ve bana ait olduğum gerçekliğin anahtarından bahsetti. lanet olası yazlar yaşadım. yandım, güneşlendim, bol bol seviştim. daha yaşın kaç lan da içiyorsun diyen abilerim oldu. her zaman içtim. günah veya haram olması yada yasak olması beni pek tınmadı. uzuyordum, geçmişe değil elbette. benim geçmişim ne ki ? düşüncelere, hayat biçimlerine, insanlara. uzadıkça uzadım. kendime melez bir hayat çizdim ve şimdi o hayatta ilerliyorum. daha önce farketmediğim ara sokaklar, gözüme batıyor şimdi. uzağımı ben seçtim. neye uzak olacağımı bana söylediler ama onları dinlemedim. onları sevmedim. onlarla seviştim ama onları sevemedim. bu bir çok kadının kaderi değil mi zaten? kadınlar, tek başlarına daha güçlüler, çünkü kolayca ağlayabilirler. o yüzden çoğu kez yalnız değillerdir. sırf birileri onları ağlatmasın diye hep onların yanındayız. bir kadını yalnız bırakmak hiç birimizin cesaret edemeyeceği bir şeydir. neden mi? neden olacak onların güçlenip bizi yok etmelerinden korkuyoruz. bu bizim korkumuz. ruhun varlığına inanmasam da onları konuşurum. tıpkı hayaller gibi. bazı insanlar ruhlarını sürekli besler, bazıları ise aç bırakır. bedenin işleyişi ruhu güçlendirir. ve diğer insanların hayatlarımızdaki rolleri, bunlar zaten bir çok şeydir. ben bencil bir insanım. evet öyleyim. bazen kendime neden intihar etmek istemiyorum ben diye sorarım. cevabı: ben üretmek için dünyaya gelmişim, kendimi öldürürsem insan ruhları besinsiz kalır. evet, bence de ben bir bencilim. hiç bir zaman en iyisi olmadım. en iyi olmayı zaten istemedim. herkesin bildiği bir insan olmaktansa kendini bilen bir insan olmayı yeğledim. kendimi tanımam, toplumu ve diğer insanları tanımam anlamına geliyordu. bunun için sosyoloji okuyorum. insanları tanıyarak kendimi biraz daha tanıyacağım. dedim ya ben bencil bir insanım.  insanları rahatça kullanacak kadar zalimim aynı zamanda. çok konuştuğumu söylerler her zaman. demek hala konuşabileceğim şeyler var demektir bu. ben bir caniyim, cehennemin tam ortasındayım. tehlikeli kitaplar okur ve inanılmaz derecede zalimce bir şey yaparım.  insanlarla tanışırım, evet evet duydunuz, ben bazı insanları tanıyıp onları hayatıma dahil etmek isterim. ben öcüyüm değil mi ? hepimiz kötüyüz, kötü olanı seviyoruz.

12 Ekim 2012 Cuma

sanıldığı gibi komünizm,faşizm,cumhuriyet,sosyalizm değildir.

 sanıldığı gibi komünizm,faşizm,cumhuriyet,sosyalizm değildir.

evet bugün televizyon karşısında şehit haberlerini gördüğünüz zaman Türk devleti için yaygara koparabilir alanlara şehitler ölmez vatan bölünmez nidalarıyla çıkabilirsiniz.
ama bugün Türk devleti diye bir şey yok.Türkcell var Ağaoğlu inşaat var ve bir çok büyük firma var.devlet politikalarına şirketlerin yön verdiği gibi devlet kavramı bugün belli etnik oluşumları oyalamak için kullanılmaktadır.siz Türkiye Cumhuriyeti Devleti için askere gittiğinizi söyleyebilirsiniz.ama aslında Türkiye politikasına yön veren burjuvazi sınıfı için askere gitmiş olursunuz ve yine onlar için ölürsünüz.
bu aslında her ideoloji için geçerli bir cumhuriyetçi devlet bunu yapıyor da,sosyalist bir devlet yapmıyor mu sanıyorsunuz.
sizce rusların parlementosunda karl marx tan mı bahsediyorlar sizce ? hayır!!!

onlar da ekonomik planlar yapıyor,savunma stratejisi düzenliyor,bazı devletlere ekonomik tuzaklar kuruyorlar.farkettiyseniz artık sınır savaşları olmuyor.neden ?
çünkü eskiden güç demek toprak demek ti.ama günümüzde güç demek para demek.para ise tabiki kaynak demek.bir insan üç yüz yıl önce güç sahibi olmak için geniş ve verimli arazilere sahip olması lazımdı.bunu için bir ordu kurup bir yerleri alıkoyması lazımdı.
ama bu hep böyle gitmedi.petrolün(özellikle petrolün) değer kazanmasıyla ve bu maddenin şaşırtıcı bir şekilde en sarp ve en kurak arazilerin altında çıkması verimli arazilere sahip ülkelerin liderlerinin gözünü ırak,libya gibi ülkelere dikmesine neden oldu.gerisi zaten malum.
ama yıllar geçtikçe petrolün de değeri düştü. artık devletler bir yere asker gönderip oranın halkını ezip kaynağını almaya üşenmeye başladılar.
Bunun üzerine ekonomik tetikçilerini gönderdiler.bu insanlar zaten değerli olan milyonlarca dolar ile fakir ülkelere gönderildi.en fazla bir kaç yıl içinde o ülkelerden tonlarca petrol çok ucuz bir maliyete amerika ingiltere rusya gibi ülkelere gitmeye başladı.tabiki burda bitmedi fakir ülkenin sütünü emen ülkeler kanını da emmek istiyordu.bu daha kolay oldu.onları coca cola,nike,winston ile tanıştırdılar.ve bu insanlar zaten kendilerinin olan şeyi çalışıp kazandıkarı para ile almaya başladılar.zaten fakir olan ama aç olmayan bu ülkeler fakirlik yetmez gibi aç da oldular.

neyse fazla uzattık.

yani anlayacağınız artık ideoloji,devlet,millet diye bir şey yok günümüz dünya düzeninin ideolojileri ya ssömürürsün ya da sömürülürsün.

ve üzülerek söylüyorum ki Türkiye sömürülen tarafta.

işin ilginç tarafı diğer devletlerin yöneticileri dahi sömürülürken bizim ülkemizde sadece halkın büyük bir kısmı sömürülüyor

10 Ekim 2012 Çarşamba

küçük bir istek

 

   uzun süredir yazıyorum, ondan daha kısa bir süredirde yazıyorum. okuduklarımda okudukça hayatımızın değişeceği yazıyordu. Bu bana bir tüccarın ürününü satmak için uydurduğu bir çeşit yalan gibi geliyor. hayatı hep izledim hayata çok az katıldım. İlk bakışta farklı olmayı istemiştim ama; tanındıkça farklı olan bir adam oldum. Zamanla hatalarımın tek sahip olduğum şey olduğunu farkettim. Geriye dönüp hatalarıma şöyle bir baktığımda, hepsinide benim yaptığımı anladım. Evet, o hataları yapan bendim ve benim o anki kişiliğimdi. Hiç bir zaman en iyi olmadım. Hiç bir zaman hiç bir özelliğim, bulunduğum ortamda en iyi olmama yetmedi. Hiç bir zaman ilk bakışta dikkat çeken bir bir insan olmadım. Çoğu kez de yalnız olmadım. Bana bir arkadaşlık verdikleri için her zaman yanımdakilere minnet duydum. onları kendi içimde tanrılar katına çıkardım. Bu yüzden gittiler ya. Yalnızlıktan, yalnız kalmaktan hep korktum. Kimi zaman bu korkumla yüzleştim ama hep korktum. Ve şimdi yalnızlıktan korkuyorum. sadece bir kere aşık oldum. o da on dört yaşındayken oldu. İlk başlarda çocukluk aşkı dedim kapattım. Bu kapanışın acısını senelerce çektim. Evet, o çocukluk aşkı beni yıllarca bir sarhoşa çevirdi. Bu aşkın bana zararı bir yana faydası da oldu ve bu gözardı edilemezdi. Bu aşk bana hazineye kollarımı daldırmak yerine bir süre o hazineyi izlemenin zevkini, hazzını öğretti. Onun ardından yaşadığım ilişkilerin bir çoğu adım atmadığım gerekçesiyle bitti. Ama bu durumu onlara anlatamazdım ki. Haz, hiçbir zaman benim hayatımı kökünden sökemedi. Belki arada sallayıp solmuş yaprakları döktü ama, asla kökünden sökemedi. Kitaplardan aldığım haz da o ölü yaprakları döktü. Tekrar yaprak açtım ve başka bir kitap yine o yaprakları döktü. Bu o kadar çok oldu ki. Kitaplar ve onlardan aldığım haz sayesinde sürekli yaprak açtım. Hiç bir zaman ölü yapraklarla durmadım. Öyle insanlar görüyorum ki. Üstündeki ölü yapraklar hiç bir zaman silkinmemiş. Ve en acısı artık yaprak açamaz hale gelmiş. Bir arkadaşım bana çok konuştupumu söylemişti, sevinmiştim. demek ki hala konuşacak bir şeylerim var ve hala bir şeyler hakkında konuşabiliyorum. İnsanlar sözlerimin içini açıp bakmadıkları zaman onlara boş derler. İnsanlar böyle değil midir? Bilmedikleri şeye inanmazlar hatta düşünmezler bile. Bu, her zaman böyle değildi. Bir zamanlar eminim ki insanlar, bir şeyler düşünüyorlardı. Ve düşünmek zorundaydılar. Bir zamanlar insanlar, hazır değil kendi ürettikleri bilgiyle gelişiyordu. ne güzeldir aslında o zamanlar. İnsanlardan duyuyorum, zaman çok değişmiş. Hayır zaman değilş insanlar değişti. icatlar bilgiler insanların içindeki hayvanı kontrol altına almak için değil onu doyurmak için kullanıldı. Ve o hayvan hiç doymadı. İnsanlar hep daha fazlasını istedi. İnsanlar olmayanı istedi, herşeyi. Bu dünya yalnız onlara ait sandılar. Ve bu açgözlülüğe sahip olmayanı suçladılar. Onlara berduş dediler ve serseri. Savaşmak, öldürmek istemeyeni vatan hainliği ile suçladılar. Bedel ödemeden bir metrekaresine bile sahip olamayacağımız yerlere vatan dediler. Hatta bu kadarla kalmayıp, bu vatan hepimizin dediler. Çıkış nedenini bile tam olarak bilmediğimiz hatta hiç bilmediğimiz savaşlara girmek, öldürmek zorunda bırakıldık. Sahip olduğumuz(!) dünyada insan olmamız yaşamamız için yetmedi. Kendimi bazen insanlar arasında kıstırılmış hissediyorum. Bazen yazdıklarımı kimsenin okumayacağından korkuyorum. Bazen ümitsizliğe bile kapılıyorum. Korkuyorum, yalnız olmaktan. Etrafımdaki insanların bir gün gideceğinden korkuyorum. Gerçekten korkan insanlar gittiğinde gerçeğe koşan insanlarla arkadaş olamayacağımdan korkuyorum. Kişiliğim gereği bir şeyin yok olmasından değil eksik olmasından korkarım. Etrafımdaki insanların teker teker gitmesinden korkuyorum. Bazen kendime bile söylemeye çekindiğim gibi, yalnız ölmekten korkuyorum. Nesli tükenen bir canlı türünün son üyesi olmaktan korkuyorum. Karşılaştığım her zorluğun bir basamak olduğunu ve bu basamakların bir gün cennete çıkacağını düşünüyorum. O cennetin olmamasından korkuyorum. Bir çok insan gibi sevilmemekten de korkuyorum. Çoğu kez sevilmediğimi de düşünüyorum. Bilinmemekten korkuyorum. Ne ev ne araba ne güzel bir eş. Eski bir motosiklet ve öldükten sonra hatırlanmak istiyoruım. Bazende kendime soruyorum, çok şey mi istiyorum.

2 Ekim 2012 Salı

bir tür yalnızlık

  olabilecek en normal gündü. Okuldan çıkmış, evine yollanmıştı. Bütün ailesi ölmüş kendisi tek kalmış olduğu için bütün ev ona kalmıştı. Birde babasından kalan emekli aylığı. On dokuz yaşında lise son sınıf öğrencisiydi. Dersler ve okul onu pek ilgilendirmiyordu. O, daha çok yazmak için dünyaya gelmiş gibiydi. Evet yazar olacaktı, bunu kafasına koymuştu. Daha kendine bir tarz belirlememişti ama Bukowski ve Kerouac ona çok yakın geliyordu. Onlar gibi yazmayı istiyordu. Bunu ne kadar başarabileceğini bilmiyordu ama en azından ndeneyecekti. Okuyup yazmadığı zamanlar barlara takılırdı. Biraz içer, gece yarısı eve dönerdi. Kapıyı kapatır, kuru sessizliğin hükmettiği odalarda ailesinin yokluğuna küfürler savurur, bazen de ağlardı. Sarhoşken bile onların orda olmasını umut ederdi. Bir gün eve geldiğinde onların orda olmasına şaşırmazdı mesela. Bunu her gün yaşıyordu çünkü. Mahallede içmediği bar yoktu. Bazen bir şarap şişesiyle sokağa çıkar sokakta içerdi. Ama evinde içmemişti hiç. Evde içmezdi. Bunun, ailesine saygısızlık olacağını düşünürdü. Bir defa aşık olmuştu, o da ucuz bir bar konsomatrisiydi. Aslında ona en çok koyan eve geldiğinde ''nerdeydin lan sen?'' diyen bir babanın veya sık sık okula gelen paranoyak bir annenin yokluğuydu. Yaşarlarken bu hallerine isyan ederdi. Şimdi ona isyan edememek koyuyordu. Nereye gitti o anne baba, nereye gitti o boklar ? Daha önce bir ebeveyne sahip olmasa o kadar koymazdı bu yalnızlık. Ama bir zamanlar vardı işte, ama şimdi yoktu işte. Evet, ona da koyan bu. Diğer insanlar da birkaç gün arayıp hal hatır soruyorlar, sonra onlar da kesiyorlar. keşke hiç sormasalardı, sormasalardı da kesmeselerdi. İşte ona koyan buydu. Belki de koymuyordu, bilmiyorum. Ama her durumda insana birşeyler koyuyordu. Ve asla sonu gelmiyordu. Böyle bir hikayesi vardı onun da. Onun, o adı meçhul kendi meçhul insanın. Ne zamandan beri görmüyorum onu, belkide hiç olmadı, bilmiyorum. Bu onun hikayesi, onun ve benim hikayem.

28 Eylül 2012 Cuma

yol (gelip gidenler)

   yola çıkan insanlar gördüm. Bu sabah odamın penceresinden dışarıyı seydeyiyordum, sokaktan gelip geçen insanlar gördüm. Yavaş yavaş uzaklaşıyorlardı. Birisi kaybolmadan bir diğeri peyda oluyordu. Kimi erkek, kimi kadın, kimi çocuk. Bunların yanında doktor, avukat, ofisboy, tezgahtar, öğrenci, hayat kadını... Tıpkı hayatıma girip sonradan kaybolan insanlar gibiydiler. Tipleri, yaşları, ünvanları ne olursa olsun gidiyorlardı. Hayatıma giriyorlar bir süre yürüyorlar sonra kayboluyorlar. O zaman ben de insanların hayatına girip bir süre yürüyüp sonra gidiyorum. bazen bir insana çok yaklaşıyorum, ama sonrasında beklemeden uzaklaşıyorum. Kaderim bu, geliyorum ve gidiyorum. Hayatı, yaşanmaz hissettiğim zamanlar da oluyor bazen. Bazen hiç bir şeyden tad alamıyorum. İşte o zaman yerimde durduğumu hissediyorum. Yerimde durduğum zaman yaşamıyorum.

21 Eylül 2012 Cuma

banu

   aklıma hep başka kadınlar geliyor. Hep kürkler içinde samimiyetsiz. Sarı boyalı saçları, iğrenç derecede ağır parfümleri, ve sanki baloya gidiyormuşçasına gereksizce kuaförde şekillendirilmiş saçları. Aslında hepsi bana tanıdık gelmesine rağmen, hiç birini tanımıyordum. Evet benim hayat felsefem bu. Her şey bana tanıdık gelir ama tanımam. Seninle yaşadıklarımız da bu felsefenin meyvesiydi. Hatırlar mısın? arada dağlara çıkar şehri izlerdik. Ne kadar güzeldi o an. O acımasız, o pis, o iğrenç şehir. Ne kadar güzeldi değil mi? Ama biz ilişkimizi bir tepeden izlemedik. Onun içine daldık. Onun tüm pisliğini, tüm çirkefliğini gördük. Ağladık, çok geceler ağladık. Ve sonunda tanrı bize lütfettide ayrıldık. O zamanlar bu ayrılık bize ilaç gibi gelmişti. Ama şimdi özlüyorum  seninle geçirdiğim zamanları. Acısıyla tatlısıyla. Hani zaman geçtikçe tüm kötü hatıralar silinir ya. Sadece iyiler kalır geriye, önce iyilerin ölmesine rağmen. Evet sevgilim, önce iyi olan öldü. Kötü olan bu dünyanın pisliğini çekmeye çalışıyor şimdi. Yo, her gece sana hasret duymuyorum. Bilirsin yalan söylemeyi beceremem pek. Ama arada geliyorsun aklıma. Bir sigara yakıyorum. Bazen de yakmıyorum. Ama her seferinde kağıda sarılıyorum. Sana şiirler, şarkılar yazıyorum. Hani hasta bir insanı mutlu etmek için çeşitli maskaralıklar yapar ya insan. Aynı onun gibi. Yok hayır, hayata küsmedim. Sadece yoruldum artık. Artık hiç bir şeyden yeteri kadar zevk alamıyorum. En azından seninle olduğum zamanki gibi değil. Hayır, ayrıldığımıza pişman değilim. Aksine mutlu bile oldum. Çünkü sen mutlu olmuştun. Sen istemiştin ayrılmayı. Bir blog yazıyorum. Hani sen yazardın ya arada. Aynı ondan. arada senden de bahsediyorum. bazen mesaj atıyorlar, kim bu kadın diye. Sağolsunlar, beni pek sevdiler. Seni onlara anlatıyorum. Ama abartmadan. Çünkü sen hiç bir şeyi abartmayı sevmezdin. Seni aynen olduğun gibi anlatıyorum. Senden sonra hayatımdan birkaç kadın daha geçti. İnanır mısın hepsi de bana seni anımsatıyordu. Bağışla, ilk aşık olduğum kadın sendin. İnsan ister istemez vazgeçemiyor. Sana çeşitli halusinasyonlar gördüğümü söylemiştim. Bunun nedenini bir arkadaşım bana söyledi. Bu abartı kadınlar. Senin hiç sevmediğin kadınlardı. Hep böyle kadınları bana çekiştirirdin ya. Şimdi benim bilinçaltım, seni benden o kadınların aldığını söylüyormuş. Bunun bir çaresi yok mu dedim. Unutmaya çalış dedi. Nasıl yapabilirim ben bunu? Seni nasıl temelli unutabilirim. Off imkansız bu. Eh saatte geç oldu yatma vakti. Yarın sabah erken kalkmam lazım, bilirsin benim hep erken kalkmam lazım. Görüşürüz sevgilim. Umarın gittiğin yerde sen de buluttan yataklarda uyuyorsundur. Bunu bir çok şeyden daha çok isterim.

16 Eylül 2012 Pazar

ben bir kedi ezdim

bugün bir kedi ezdim
sessizce ölüme koştu,
önüme
ağır, 1985 model bir jawa ezdi onu
çünkü o an sürücü frene basamadı
o sürücü bana kendimden daha tanıdık olan bendim
biraz sarsıldım, ama dengemi kaybetmedim
biraz sarsıldım, ama kendimi kaybetmedim
sessizce koştu önüme
ne bir acı çığlık,
ne bir miyavlama
anında ölmüştü, vicdanım derinden yıkıldı.
ağır botlarım, ezmişti onu,
ağırlığına dayanamamıştı bir kedi
hiç unutmam beyaz üstüne siyah benekli bir kediydi
gitti,
bir an düşündüm
bir insan ezsem, kesin hapis yerdim
ama bir kediyi ezdim ve şimdi bu şiiri yazıyorum
kimse görmedi onu ezdiğimi
ben cezasından kaçan bir suçluyum
ben kendine acıyan bir yaşlıyım,
bedenim genç, ama ruhum o an yaşlandı
ben bir kediyi ezdim
sessizce geldi
sessizce koştu
engel olmak şöyle dursun,
cesedinin kokusunu daha o sokağa girmeden almıştım

10 Eylül 2012 Pazartesi

Türkiye'de cemaatçiliğin ilk yılları

  

...1950 seçimlerinden sonra ülke atmosferine din egemen olmuş, laikliğe karşı tepkiler hızla artmıştır. Kamusal alanlarda her türlü dinsel özgürlük-laiklik teorik çatışması, dinsel-geleneksel simgeler lehine sokağa yanşımıştır. Giyim kuşamın şeklindeki değişim hemen farkedilir olmuş, daha önce dinsel-simgesel giyim tarzlarıyla sokaklara çıkmayanlar, birden bire genel mekanlarda boy göstermeye, sokakların görüntüsünü değiştirmeye değiştirmeye başlamışlardır. Sokaktaki sakallıi şalvarlı, sarıklı, bereli, erkekler, çarşaflı kadınlar, yani islamcı giyim tarzına sahip insanlar çoğalmıştır. Hatta, din adamlarının, dini giysileriye sokaklarda gezmelerine izin verilmesi yönünde kanun teklifi hazırlanmıştır. Yine aynı doğrultuda Atatürk heykellerine saldırılar başlamış, TBMM'de ezan okunmuş, camilerei türbelere gidenlerin sayısında patlama olmuştur, camilerde vaizler, ülkeyi dinsiz CHP idaresinden kurtardığı için açıktan allah'a dua eder olmuşlardır. Dinsel içerikli canlanma diğer pek çok alana da yansımış, yüzlerce komünizmle mücadele derneği kurulmuş, polemiğe ağırlık veren dinci dergi ve kitap basımı görülmedik boyutlara ulaşmış, dini romanlar yayınlanmış, resmi okullardaki din dersleri ve imam-hatipler yetmezmiş gibi, Nurettin Topçu'nun ifadesiyle ''müslüman halkın çocuklarını en az iki bin yık geriye götüren kuran kursları'' açılmıştır. Kemalist devletin temellerine saldıran islamcı çevreler, halkın dine yönelik ilgisini tekrar canlandırmak adına her yola başvurmuş; ülkede bir ''karşı devrim'' rüzgarı estirilmeye çalışılmıştır...

H. Bayram Kaçmazoğlu
sosyologca (temmuz-aralık 2012/sayı:4)

9 Eylül 2012 Pazar

o kadın

   

     kesinlikle umutsuz bir sabahtı, gözlerim, başım, her tarafım ağrıyordu. Yanımda bir kadın olduğunu sezdim. Bu ilkti, evet on sekiz yaşındaydım, ilk kez kendi evimdeydim, ilk kez yanımda bir kadınla uyanmıştım. Yaşını tam olarak kestiremedim ama galiba on dokuz felandı. Yerdeki boş viski şişesini gördüğümde, dünkü yayınevinden aldığım ödenek ve sonrasında bara gittiğim aklıma geldi. İlk defa bu kadar içmiştim, yanıma bir kadının yaklaştığını hatırlıyorum. Sonrası yok. Kalktım, mutfağa gidip bir kahve doldurdum. Bir de sigara yaktım. Nikotin beynime hücum edince sonrasını da hatırladım. Bir büfeden bir şişe viski almıştım, yanımda da bir kadın vardı. Sonra eve gelmiş olmalıyız. Şişeyi kimin açtığı, ne zaman içtiğimizi hiç hatırlamıyorum. Ama gülümsedim, çünkü annemin öğütlerini tutmamıştım. İlk defa annemin sözünü dinlememiştim. İçki içmiştim, bara gitmiştim, tanımadığım bir kadınla sevişmiştim. Bu benim için bir zincir kırma gecesiydi. Kırmıştım zincirlerimi. Açıkçası bu sabah ilk defa yaşadığımı hatırlıyorum. Daha önce hiç bir zaman saçma ve gereksiz bir şeyler yapmamıştım. Sınavlarıma hazırlandım, üniversiteyi kazandım, o yaz bir yayınevinin kültür alanında çalışmaya başlamıştım, daha sonra isteğim üzerine işimi aynı yayınevinin ankara şubesine taşıtmıştım. Tabiki her zaman istediğimi yapmıştım, ama hiç bir zaman benim isteyip başkasının istemediği bir şeyi yapmamıştım. Yayınevinden pek yüksek bir ücret alamıyordum, sonuçta sigortam bile yoktu. Arada deneme, makale götürürdüm. Bunun için ek ücret verirlerdi. önce yatak odasına gidip bir pantolon giydim. Sonra balkona çıktım. Sıcaktı, daha kış gelmemişti. bir an manzaraya, insan manzaralarına baktım. Dış kapımın kapandığını duydum. Yatak odasına gittim, o gitmişti. yüzünü bile göremeden gitmişti. Siyah saçlı beyaz tenli bir kızdı, ama yüzünü hiç göremedim. hemen apartmanın ön kapısına bakan bir pencereye geçtim, ama onu sadece arkadan görebildim. Boşver dedim sonra kendime. Bu kadını hiç tanıyamacaktım ama hiç unutmayacaktım. Bu kadın bana kendimi hatırlatan ilk etkendi. Yüzünü görmesem benim için daha iyi bir açıdan, ama o benim ilk ve gerçek aşkım olacak buna eminim. Bunu hissediyorum.

7 Eylül 2012 Cuma

hisset

  üniversite kaydı için bir kaç gün Ankaradaydım. Bu ankaraya ilk gidişim. O yüzden biraz karmaşık geldi tabi. Ama aynı nedenden midir bilinmez, insanları da karmaşık geldi. Hiç anlamadım. Galiba şehirler büyüdükçe, insanlarının duygu haznesi de büyüyor. Nasıl insan küçük yerde yaşıyorsa küçük düşünüyor, büyük yerlerde yaşayan ise büyük düşünüyor. Bilmiyorum belki bana öyle geliyor. Erken yaşlarımda şunu farkettim ki, insan ne gezerek ne okuyarak farklı insanlar tanıyarak kadar kişiliğini dindiremiyor. Yani bilgi için kitap tamam, görgü için gezmek tamam, ama kişiliğinin farkına varmak için başka insanları tanımak şart. Yalnızca insanda değil: mesela  farklı müzik türlerini dinlemek sizin müzik tarzınızın oturmasını sağlar. Farklı fikirlerin kitaplarını okumak, farklı insanlar tanımak, farklı yerler görmek. İnsana sentez imkanı sağlıyor.
  peki sorarım size hiç başka bir şey düşündünüz mü ? Mesela sömürü altındaki bir ülke olan Çad'da bir çocuk kölenin bir gününü düşündünüz mü? Düşünmediniz mi? neden ? çünkü siz o değilsiniz. Peki neden olamıyorsunuz? bunu kendinize sordunuz mu hiç ? Ben her gün o çocuklardan biri oluyorum, ben her gün Şili'de bir maden işçisi veya Amerikada yurdu yok olmuş bir Aztek oluyorum. Peki neden, bunun bana ne yararı var? Bunun bana yararını bu şeyi yapabilenler anlar. Nasıl yapılacağı çok basit, onları sev, bütün insanları sev, asla kalbinde nefret besleme. Ve bilgi, bilgi mutlaka. Bunu başardığın zaman artık dünya senin için çok farklı bir yer olacak. Artık insanlara eskisi gibi bakamayacaksın. Bir insanı sevmeyi öğreneceksin. Ve o zaman etrafında senin gibileri göreceksin. Konuşmanız gerekmeyecek, sadece bakışacak ve saatlerce konuşacaksınız.
 
  bunu yapmanın tek bir kuralı var: HİSSET!!!!!!!

4 Eylül 2012 Salı

uzaklar

  uzakların hep mi bir çekiciliği olur? Etrafımızdakiler bir zamanlar uzak ve çekiciyken neden şimdi monoton ve iticiler?
  Galiba şifre bu: monoton!
  Görüyoruz ki her şey bir devinim içinde, değişimin olmadığı yerde var olan anlamını yitiriyor. Ve bir süre sonra her akıp gitmeyen şey gibi zararlı bir hale geliyor. Aslında çoğu insan bunu istiyor yani, değişmemeyi. Ama zehirlendiklerinin farkında bile değiller. Günleri işte, televizyon başında, ve uykuda geçiyor. Ne bir şeyler üretiyorlar, ne kendilerine biraz olsun zaman ayırabiliyorlar. Onlar evlerinde oturup tv izlemeyi özgürlük sanıyorlar, ama bilmiyorlar ki başkasının verdiği şey asla özgürlük değildir. Özgürlük sen çaldıkça özgürlüktür.  Aksi takdirde sadece oyalanmalık bir şeydir.
  Bugün insanlar daha büyük bir kafese girdiklerinde özgür olduklarını sanmaktalar. Ama bilmiyorlar ki zamanı gelince bu özgürlük de onlara yetmeyecektir. İşte o zaman başka bir kafese geçmek yerine kafesi kırmak gerekecek. Bu tabi her kesin yapabileceği bir şey değil. Bunu ancak topluma lazım olan geçici liderler yapacak. Bakınız geçici liderler diyorum çünkü liderlik kalıcı olduğu zaman bu diktatörlüğe yol açar. Ve diktatör kişilikler o yoldan rahatça geçer. off bugün hiç yazasım yok burada kesiyorum.

3 Eylül 2012 Pazartesi

savunma ve ejderhanın gücü

     Yorgundum o an jürinin önüne çıkarken özgürlükten daha fazla istediğim tek şey biraz uykuydu.
      bir mahkemeye çıkmıştım, hakim gözlerini bana dikmiş, anlat!! diyordu. Anlatacak o kadar çok şey vardı ki. Ama nereden başlasam asla bilemedim. Bu hakim, belli ki dindar ve milliyetçi bir kişilikti. Bunu yüzünden anlıyordum. Bu hakim kahvede arkadaşlarıyla muhabbet eder, tüm ''atayizleri'' ipe dizme planı yapar, bunu biliyorum. Nasıl mı?? bu benim bilinçaltımda. Hakim tekrar etti, Anlat!!
     nerden başlasam bilmem, hakim bey. Ben daha kendimi tanımadan diğer insanları tanıdım. Diğer insanların arasında acizleri, düşkünleri, ve din hastalığına tutulanları gördüm. Ve onların dili bana zehir gibi cümleler akıtırken, ben onlara neden demedim. Onlara baktım ve neden olmasın? dedim. Onlar beni zararlı bir adam olarak göz önüne attı, ama ben bir karıncayı bile incitemem, kavga ettiğim adamdan ertesi gün özür dilerim. Beni tanıyan kimse benim düşmanım değildir. Ben şahıslar tarafından değil, toplum tarafından afaroz edildim. Ben insanı bir cevher olarak görüyorum. Ben hiç kimsenin malını çalmadım, hiç kimseyi kırmadım, ben her zaman mantığımın haklılığını göstererek onlara seslendim. Bazıları bana mantık değil din!! dediler. Ama ben onları dinlemedim. Eğer sizin dininiz doğruyu emrediyorsa, mantığı da yanında istiyor demektir, dedim. Yalan mı söyledim. Ben bir insana baktığımda zincirlere vurulmuş bir çocuk görüyorum ve o çocuğa baktığımda uyuyan bir aslan görüyorum. Ben o aslanı uyandırmak için varım, şayet önce insanı zincirlerinden kurtarmam lazımdı. Ben bunu istedim, ben inşaat işçisinin bile okuyan düşünen bir insan olduğu adil bir toplum istedim. Ben sokaklarımızı temizleyen çöpçünün de devlet işlerini yöneten bir memurun da aynı seviyede olmasını istedim. Ben eşitlik istedim. Bütün bunlara rağmen siz bana komünist dediniz. Peki sorarım size, komünizmden başka esitliği savunan bir sistem olamaz mı? komünizm kötü bir şey mi? Ben çocuklar saf bilgi ile şenlensin istedim. Ben çocuklar kandırılmasın, onlar da insan olduğunun farkında olsun istedim. Ben makinelerin, bilgisayarların birilerinin halka hükmetmesi için değil halkın kendisinin üretip kendisinin kullanması için var olmasını istedim. Yüzüme alaycı bakıyorsunuz, ne çok şey istemişim meğer!! sizler zincirlerinizi kaybetmek istemiyorsunuz. Zincirleriniz olmadan bir uçurumdan aşağı yuvarlanacağınızı sanıyorsunuz. Ama bilmelisiniz ki dünya, sadece uçurumdan ibaret değil. Belki inanamayacaksınız ama, o korktuğunuz uçurum aslında hiç var olmadı. Siz gözlerinizi açtığınız an, uçurumun aslında var olmadığını anlayacaksınız. Ve belki kendinize kızacaksınız. Ama bana kesinlikle kızacaksınız. Diyeceksiniz ki neden daha önce bize haber vermedin? neden daha çok yazmadın, daha çok anlatmadın?? ben o gün geldiğinde başımı öne eğmek istemem. Ben yinede mutlu olurum, kızsanız dahi, sövseniz dahi. Ama ben ekseriyetle o gün bana teşekkür edilmesini isterim. Hayır beni lider olarak kabul atmek değil, sadece küçük bir teşekkür. Veya gülen gözler, bu bana kesinlikle daha çok şey anlatır. Ben hiç bir zaman lider olmak istemedim. Bazen oldum doğrudur ama bunu hiç mi hiç istemedim. Liderler evrimin gereğidir. Ama insanoğlunun evrimi bunu aşacak niteliklere ulaştı bence. Nietzche bize üst insandan bahsetmişti. Bana kalırsa üst insan lidersiz insandır. Çünkü o kendi bedenine ve aklına liderdir. nerde lidersiz bir toplum görseniz. İşte bunlar üst insan topluluğu diyebilirsiniz. Ama bu nietzche'yi de aşan bir şey. Eminim ki onun aklına bile gelmemiştir böyle bir toplum. John lennon bunu düşünmüştür ama ''imagine'' da bahsettiği ''devletin, dinin olmadığı bir dünya hayal edin.'' Cümlesi de tam olarak üst insan topluluğunun yaşadığı dünyadır. Yada üstinsanların hayal ettiği dünyadır. Hakim bey, ben zihni çeşitli  düşüncelerle kaynayan bir insanım. Sürekli düşünür sürekli yazarım. Beni kodese atsanız bile düşüncelerimi durduramazsınız. Ancak beni idam etmeniz gerekir. Bu da haketmediğim bir ceza yediğim için halkı ayaklandıracaktır. Yani bu düşünce fırtınasından asla kaçışınız yok. Ya devrimin içinde olun ya da dışında kalıp sağlam bir tokat yemeyi bekleyin. Ayaklarım soğuk alıyor, dışarıda kuvvetli bir rüzgar esiyor olmalı, bu devrimin rüzgarıdır. istersen benim gibi sen de bir yelken aç ve uzak adaları uzak düşünceleri keşfet ya da o rüzgarın senin gemini batırmasını bekle. Seçim senin.
    hakim beni dinledi ve yanındakilere bir şeyler fısıldadı. o an bayıldım, zor bir auraydı. her şey bulanmıştı. Bütün işçiler, acı çekenler bana kendini tanıttı. Geliyoruz dediler. Geliyoruz!
    uyandığımda iki askerin kollarımdan beni kodese götürdüklerini gördüm. Kayıtsız kalmaya çabalayan yüzlerinde derin bir keder vardı. O an beni değil muhtemelen çocuğunun okul masraflarnı düşünüyorlardı. Bu beni de ağlattı. Hayır onların suratları ağlamıyordu, ruhları ağlıyordu. Ve ben bunu biliyordum. Çünkü ben ruhumun farkındaydım, ve bu tanrıyla konuşmak gibiydi. Önümde beliren ejderha önce önümde başını eğdi sonra sonra ağzından çıkan alevlerle beni yakmaya başladı.
  o an uyanmıştım. Masanın üzerinde sızıp kalmak kadar kötü bir uyuma şekli yok dedim kendi kendime. Sonra ejderhanın ne anlama geldiğini istemeden de olsa kendime açıkladım. Bu halk uyuyan bir ejderhadı, ben onu uyandıracağım, önce bana itaat edecekler sonra beni yakacaklar. boşver dedim kendime. zaten günde iki paket sigarayla daha ne kadar yaşabilirim.

2 Eylül 2012 Pazar

bahar

bu bahar sevişmek yok
yaşamak, nefessiz bir duruş gibi
aşk hiç bir şeye daha yakın değil sana olduğu kadar
bir nefesin uyandırır tüm ruhumun tembel ayyaşlarını
yurtlar bana en yakındır senin bahçelerinden
senin bahçen, gül yok, papatya yok, kirli dikenlerle dolu
ne gül ne papatya, senin dikenine değemez değeri
erken geliyor güz, yapraklar bu bahar erken düşüyor,
düşen her yaprakta, daha fazla ağlıyorum
solan her yaprak bana öncekileri hatırlatıyor,
yazın doğanlar ve baharla sararıp solanlar
yağmurlar bile yağmaz oldu eskisi gibi
çok şey değişti buralarda
tanrı artık pek sevmiyor bizi
insanın bile insanı sevmediği oluyor bazen
o zaman tek dayanak yine kendimiz oluruz
anlarsın ya bu bahar sevişmek yok
bu bahar aşk vaktidir
bu bahar çocukça akların zamanı

1 Eylül 2012 Cumartesi

güzel bir anıydı, Songül'dü

Beklemekten ağaca dönmüştüm adeta. Beklediğiniz bir kız ise bu durum normaldi tabi. Yaklaşık olarak on beş dakika önce gelmesi gerekiyordu. Bu kızlar neden hep böyle geç kalmak zorunda mıdır? Adı Songül’dü. Sonunda göründü. Ellerini kollarını sallayarak geliyordu. Bir kız böylesine korkunç güzel geliyorsa sizinle buluşmaya, belki de 15 dakika ağaç olmayı kafaya takmamanız gerekiyordur.

‘’Gecikmedim ya?’’ dedi. Gecikmemişmiş mi acaba?

‘’Yok gecikmedin, sanırım ben biraz erken geldim.’’ dedim. Geldi, koluma girdi, beraber cadde boyunca yürüdük. Güzel bir kafeye gidip iki lafın belini kırarız, birkaç iltifat ederim diye düşündüm yol boyunca.

Bir kafeden içeri girdik, sonra o masada oturan zıpırlardan birisi, Songül’e seslendi, o bilindik cool tavırlarla falan; hey Songül, buraya gelin, buradayız, diye. O an beynimden vurulmuşa döndüm. İçimden o zıpırı öldürmeye dair planlar yapmaya başlamıştım bile. Durup dururken nereden çıkmıştı? Ne güzel kızla baş başa muhabbet edecektik, belki ilk defa ellerinden tutar, gözlerinin içinde bütün dünyayı unuturdum. Ama ne mümkün, hep bir yerlerden böyle zıpırlar çıkar. Ne zaman değişecekti ki benim bu köhne talihim?

‘’Hadi tatlım, gidelim, iyi çocuklardır, takılırız.’’ dedi. Bu laflar bana zıpırların bir yerlerden çıkıp durmasından daha çok koydu. Baş başa kalmadıktan sonra buluşmanın anlamı ne ki? Birde başka erkeklerle onu muhabbet ederken görmek zorunda mıydım? Aşk üzerine yazılan bütün o zırvalıklar neydi?

‘’Ben başkalarıyla pek takılmak istemiyorum, sadece seninle takılmak istiyorum. Senden başka kimse beni ilgilendirmiyor.’’ dedim.

‘’Çok tatlısın.’’ dedi, tatlıymışım, kıçımın kenarı. ‘’Ama şimdi kırmak olmaz ki, davete icabet, medeniliğin gereğindendir. Sonra senin için asosyal falan derler amaaaa.’’ Şu dünyada nefret ettiğim bir şey varsa, o da zaten şu medeniyet ve lanet gerekleri. İyi de onlara sosyal olduğumu ne zaman iddia etmiştim ki? Peh, ne dedikleri kimin umurundaydı, onları tanımıyordum bile.

Mecburen oturduk masaya. Songül pek bir istekli kasıla kasıla oturdu, zıpırda sandalyesini çekip resmen benim kıza iş koyuyordu, hem de benim yanımda. Kızda öyle nazik teşekkürler ediyordu. Komikti bir bakıma. Kızın sandalyesini çekmek, çok büyük işti doğrusu. Kızdan nefret etmeye başladım o an. Yani tamam güzel müzel ama o tavırlar falan neydi öyle. Daha kafeye girmeden önce ona aşık olduğumu düşünüyordum, sorunda bu ya zaten, ciddi ciddi düşünüyordum. Ben gerçekten deli olmalıydım.

Yirmi saat boyunca, öyle oradan buradan konuştular ki kulaklarımı tıkamak için pamuk getirmediğime pişman oldum. Şunu tanıyor musun? Aaa evet, şu şu şu değil mi? Biliyor musun ne yapmış o? Ne yapmış? Şöyle, şöyle, şöyle. Aaaa öyle mi? Sanırsınız aya ilk adımı falan atmıştı. Ama bilemiyordunuz, bir kızla buluşunca böyle zıpırların bir yerlerden çıkıp, kafanızı şişireceğini, bilemiyordunuz. Zıpırla bizim Songül iyi kaynaştılar. Sonra Songül felaket sıkıldığımı falan sanıp, kalkmamız gerektiğini söylediğinde, bizimle beraber kalktı ve iki sokak boyunca peşimizi bırakmadı. Bir ara eğer olur da bu kızla evlenirsem, gerdek odamızda falan bile bizi yalnız bırakmayacağını düşündüm. Bu kızla evlenmek mi? Deliyim ben.

Sonra peşimizi bıraktığında ne yaptım? Songül?ün elinden tutup, benimle uzaklara gelmesini, bu lanet şehirden kurtulmak, bu sıkıcı ve boş insanları unutmak istediğimi söyledim. Kabul etmedi tabii. Gerçi o kabul etseydi bile onunla gideceğimi sanmıyordum. İşin ilginci bunu ona söylerken ciddiydim. O an yaz mevsimine inat sert bir rüzgar esiyordu ve sanki o rüzgar bunun son buluşmamız olduğunu fısıldıyordu. Artık yolculuk vakti gelmişti.  


bu hikaye sevdiğim dostum A.Artaud un çalışmaları sonucu meydana gelmiştir.


falcı (böyle buyurdu zerdüşt)

  insanlar büyük bir kedere düştüklerini gördüm. en ileri bile işlerinden bezmişlerdi.
  bir mezhep ortaya çıkmıştı ki sloganı şu idi: ''Herşey boştur, hepsi birdir. Her şey geçmiştir.''
  ve bütün tepelerden yankı geliyordu: ''her şey boştur, hepsi birdir, her şey geçmiştir.''
  Oldukça iyi bir hasat yaptık. Fakat neden bütün meyvelerimiz çürüdü ve esmerleşti? Son gece muzip aydan ne düştü de böyle oldu? Bütüm emekler boşa çıktı. Şarabımız zehir oldu. Tarlalarımıza ve kalplerimize nazar değdi. Hepimiz kuruduk. Üstümüze ateş düşse kül gibi tozacağız. Hatta ateşi bile söndürebiliriz.
  Bütün pınarlarımız kurudu. Deniz bile çekildi. Bütün temeller yıkılacak. Fakat derinlik yutmak istemiyor.
  İçinde boğulabileceğimiz deniz nerde? Böyle dert yanıyoruz. Sığ bataklıklar üzerinde böyle dert yanıyoruz.
  Gerçekten biz ölemeyecek kadar yorgunuz. Şimdi artık uyanık duruyor ve mezar boşluklarında yaşamaya devam ediyoruz.
  Zerdüşt bir falcının böyle söylediğini duydu. Ve onun falı yüreğine dokundu. O, değişmişti. Kederli ve yorgun dolaştı durdu. Ve falcının anlattığı adamlara benzedi.
  Zerdüşt havarilerine az sonra ''Bu alaca karanlık gelecek'' dedi. Ben ışığımı bundan nasıl kurtarayım ki, bu gamın içinde sönmesin? Çünkü o ışık uzak dünyaları ve en uzak geceleri aydınlatacak.
  Zerdüşt yüreğinde bu kederle dolaşıyordu. Üç gün ne yedi ne içti. Huzurunu kaybetmişti ve konuşamıyordu. Sonunda derin bir uykuya daldı. Fakat havarileri ne zaman uyanacak ve konuşacak ve ne zaman kederlerinden kurtulacak diye uzun geceler başında nöbet beklediler.
  Zerdüşt yüreğinde bu kederle dolaşıyordu. Üç gün ne yedi ne içti. Huzurunu kaybetmişti ve konuşamıyordu. Sonunda derin bir uykuya daldı. Fakat havarileri ne zaman uyanacak ve konuşacak ve ne zaman kederlerinden kurtulacak diye uzun geceler başında nöbet beklediler.
  Zerdüşt uyandığında sesi havarilerine pek uzaklardan geliyor gibiydi: ''dostlarım benim rüyamı dinleyin ve onu yorumlamaya yardım edin. Bir rüya bana bir bilmece gibi geliyor. Onun işaretleri içinde saklıdır ve tutsaktır ve serbest kanatlarla uçamaz. Rüyamda hayattan ayrılmıştım. Ölümün o ıssız dağ kulesinde gece ve  mezar bekçisi olmuştum. Yukarıda ölümün tabularını bekliyordum. Basık tavanlar, bu zafer işaretleriyle doluydu. Cam tabutların içinden, yenilmiş hayat bana bakıyordu.
  toz haline gelmiş sonsuzluğun kokusunu duyuyordum. Ruhum tasalı ve tozluydu. Zaten orada, kimin ruhu ferahlayabilir ki?
  Etrafımda gece yarısı aydınlığı vardı. Yanımda yalnızlık çömelmişti ve hırlayan ölüm sessizliği, dostlarımın en kötüsü ile üçleşmiştik.
  En paslı anahtarları taşıyordum ve onunla bütün kapıların en gıcırtılısını açabiliyordum. Kapının kanatları kımıldayınca bütün koridorlara acı bir gıcırtı yayılıyordu. Bu kuş sevimsiz ötüyordu ve uyandırılmak istemiyordu. Fakat o susup da etrafta sessizlik başlayınca bu korkunç sessizlik içinde yalnız kalmak daha korkunçtu ve kalbi burkuluyordu.
  zaman, 'öyle bir şey varsa' , böyle geçiyordu. Ben ne bileyim! Fakat sonunda beni uyandıran olay meydana geldi.
  Kapı gök gürler gibi üç defa vuruldu, kubbeler yankıyla üç defa inledi. O zaman kapıya gittim.
  ''Alpa'' diye bağırdım, külünü dağa taşıyan kim? Alpa, Alpa külünü dağa taşıyan kim? Anahtarı soktum, kapıyı kaldırmaya uğraştım, fakat daha bir parmak aralık olmadan uluyan bir rüzgar kapının kanatlarını açtı. Islık çalarak, gürleyerek, önüme siyah bir tabut attı. Tabut uluyarak, öterek çatladı ve içinden binbir kahkaha fırladı. Bin çocuk, melek, baykuş, deli ve çocuk kadar iri kelebek suratlarından bana karşı kahkaha atıyordu. Korku ile irkildim, yere düştüm ve dehşetten ömrümde bilmediğim şekilde bağğırdım, kendi feryadım beni uyandırdı ve kendime geldim. ''
  Zerdüşt rüyasını böyle anlattı ve sonra sustu. Çünkü rüyasını yorumlayamıyordu. Fakat en çok sevdiği çömezi hızla ayağa kalktı. Zerdüşt'ün elini tuttu ve şöyle dedi:
  ''Ah, Zerdüşt, bizzat senin hayatın bu rüyayı yorumlar. Ölüm kulelerinin kapısını parçalayan tiz sesli rüzgar sen değil misin?
  Hayatın rengarenk maskeleri ve kötülükleriyle dolu tabut bizzat sen değil misin?
  Gerçekten, Zerdüşt, ölü odalarına bin katlı çocuk kahkahası gibi girer ve bütün gece mezar bekçilerine ve karanlık anahtarlarla dolaşan baskılarına güler.
  Sen kahkahanla onları ürkütecek ve devireceksin.
  Kudretsizlik ve uyanma, senin onlar üzerindeki iktidarını kanıtlayacak, hatta uzun gece ve ölüm yorluğu geldiğinde sen yine gökyüzümüzde batmayacaksın, ey hayatın müjdecisi!
  Sen bize yeni yıldızlar ve yeni gece güzellikleri gösterdin. Gerçekten, gülmeyi renkli bir örtü gibi üstümüze serdin. Şimdi daima tabutlardan çocuk gülümsemesi kaynayacak ve bütün ölüm yorgunluklarına sert bir rüzgar esecek. Bunun güvencesi ve falcısı bizzat sensin.
  Gerçekten, sen bizzat onları, düşmanlarını rüyanda gördüm. Bu senin en kötü rüyandı. Fakat nasıl ki sen o rüyadan uyanıp kendine geldiysen, onlar da uyanacaklar ve sana geleceklerdir.
  Çömez böyle dedi. Bütün ötekiler, Zerdüşt'ün etrafına toplandılar ve elini tuttular. Ve rüyasını ve kederini unutarak kendilerine dönmesini rica ettiler. Fakat Zerdüşt yatağında doğrulmuş ve yabancı bir bakışla oturuyordu. Uzun bir yolculuktan dönmüş gibi, havarileri kendisini ayağa kaldırınca birdenbire bakışı değişti, olan biteni kavradı. Sakalını sıvazlayarak gür bir sesle şöyle dedi:
  ''Pekala, bunun zamanı var çömezlerim, çabuk iyi bir yemek hazırlayın, kötü rüyaları böyle ödemek isterim. Fakat falcı yanımda yesin ve içsin. Ona bir de içinde batabileceği bir deniz göstereyim.
  Zerdüşt böyle dedi. Ve rüyasını yorumlayan insanın yüzüne uzun uzun baktı ve başını salladı.

31 Ağustos 2012 Cuma

adalette hız mı? doğruluk mu?

  adaletten kim sorumludur asıl? yani adaleti tanrı mı dağıtır? bunun yalan olduğu kesin. Peki adalet hızlı mı olmalıdır, yoksa dürüst mü?
  adaletin hızlı olması için adaleti bugün yapıldığı gibi azınlığın ve hatta tek bir kişinin eline vermek gerekir. bu adalet zayıftır, bu adalet saçmadır, bu adalet yanılmıştır. adalet hızlı uygulanır ama yanlışlarla doludur. peki bir insan bu adaleti iyilik pahasına kullanamaz mı? elbette kullanır, eğer insan adaleti -gücü- kendi çıkarları için değil, kendini güçlü yapanlar için kullanırsa bu onun gücünü dahada arttırır. süpermen gibi düşünün. Süpermen akıllıydı! süpermen gücünü insanlığın faydasına kullanır, karşılığında insanların sempatisi ve gerektiğinde yardımını alırdı. peki süpermen insanlara yardım edip, gerçek hayatta da basit bir ofis boy olmasaydıda, insanları kendine itaat etmeye zorlasaydı, ne kadar gücünün doruğunda kalabilirdi? bu süpermen faslı günümüz devlet-halk ilişkisine çok benziyor değil mi? ve bir de süpermen denince benim aklıma nietzche ve onun üst insan fikri geliyor. evet bu gün tam olmasa da üst insan vasıflarını taşıyan, adaleti hızlı bir şekilde sağlayanlar var. ama bu insanlar insanın evrimsel olarak üstüne ulaşamamıştır. evet, gücü elde etmiş ama kendi gücünün sorumluluğunu bilememiştir. bu yüzden nietzche hem haklı çıkmış hem yanılmış diyebiliriz bu konuda. bugün çoğunluğun kararını azınlık vermekte ama yanlış ve acımasız bir şekilde vermektedir.
 şimdi de dürüst adalete bakalım. şöyle örneklendirmek istiyorum. bir bilginin salt doğru olabilmesi için en iyi yöntem, bir çok insanın ve bir çok kaynağın bilgisine başvurmaktır. yani bir insanın bir konuda suçlu olup olmadığına ne kadar çok insan karar verirse, doğruluk payına o kadar çok yaklaşılır. eğer toplumun kaderini yine toplumun kendisi belirlerse geleceği en parlak, adaleti en doğru toplum o toplum olur. toplumun adaletinin dosdoğru olmasının yanında oldukça hantal olması gibi bir durum da söz konusudur. bunun başlıca nedenleri: bir çok kişinin fikrinin alınması, farklı fikirlere söz hakkı tanınması, kararların bir tartışma sonucu verilmesi... bu toplumun kararlarının baz alınması Marx'ın teorisini hatırlatır bize daha çok. ama ne yazık ki şu sıralar marx değil nietzche nin zamanındayız. bu nedendendir ki bu durumlara örnek veremiyorum. Ama şunu diyebilirim ki adalet ve güç dağılımında zamanla toplumun payı artacak. yani insan doğanın bir hediyesi ve doğada hayatta kalma şansını artıran kolektif yaşam ilkelerini kabullenecek. ve belki o zaman insan dünyaya yayılan doğayı mahveden bir virüs olmaktan çıkar ve bir karınca kolonisi gibi işbirliği içinde ve doğayla iç içe yaşayabilir.

30 Ağustos 2012 Perşembe

başlıksız bir yazı

  sevmek ruhun bir hali midir? yoksa sadece beden kimyasının karşısındakini kendine uygun görmesi midir? işte bunu çoğu kez soruyorum kendime. bazen materyalist bir şekilde bunun sadece kimyadan ve materyalden kaynaklanan bir durum olduğunu sanıyorum, ama biyoloji konusundaki yetersiz bilgim bunu açıklamama engel oluyor. bazen de sevginin sadece ruhun bir hali olduğunu düşünüyorum. bu kararsızlığın tek nedeni birgün içinde çok farklı şeyler yaşamam ve duygu dünyamın değişken yapısı. amatör de olsa yazarlık gerçekten zordur. sadece içinizden gelenleri yazsanız bile, çok geniş bir edebi hazneniz olmasa da, veya sadece amatör olsanız dahi. bu durum böyledir. yani zordur. bu işin zorluğu da hayatta maruz kalınan mesela sevgi gibi duygular üzerine çok ciddi bir felsefe yürütmektir. yani diğer insanların günlük işlerinden, hiyerarşi mücadelesinden asla zamanını ayıramadığı duygu ve duygu değişimleri, bir yazar için hayata anlam katan uğraşılardır. çoğu kez sevgi üzerine düşünürken pek tabi olarak kadınlar üzerine de düşünüyorum. acaba kadınların bariz olan güce düşkünlüğü, bir erkeği sevmede ne kadar etkilidir. bunun basit ama doğruluğu kesin olmayan cevabı: geri toplumlarda kadınların güce tapmaları, gelişmiş toplumlarda özgürlüğe. hayvani duygulara daha yakın toplumlarda kadınlar bir erkekte öncelikle diğer erkeklere olan bedensel üstünlüğü ele alırken daha gelişmiş ve kültür gibi yapay bir kurumun içine dalmış toplumlarda ise kadınlar kendilerine özgürlük sağlayan erkeklere daha düşkündür. bunun tek nedeni gelişmiş ülkelerde kadınların kendilerini birey olarak görmeye alışkın olmaları. gelişmemiş ezik toplumlarda kadınların kendilerini bir meta olarak görmeye alışmış olmaları. işte tüm her şeyi açıklayan önerme budur.
  bu yazıya başlık koymuyorum çünkü bu yazıda birden fazla konuda yazdım. nasıl diye sormayın öyle denk geldi sadece.

  ama şu da bir gerçek ki: sevmek bir ana ait sadece.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

ben insan değilim,


parayı sevmem, kadınları erkeklerden ayırmam, bir kadına sırf amı olduğu için gerekenden fazla değer vermem.
mesela benim son model bir telefonum yok, çok lüks bir arabam yok, çok büyük bir dairem yok.
tek sahip olduğum iki oda ev, eski bir telefon ve doksan model jawa bir motosiklet, bir eski bilgisayar ve komşudan kaçak çektiğim internet.
evet siz buna fakirlik mi dersiniz bilmem ama ben kendini satmamış bir insan görüyorum bu hayatta.
siz milyarlar ödeyip aldığınız arabada her gün işe gidip gelirken,
benim emektar ile mersinin dağlarına çıkarken aldığım zevki alamazsınız.
siz fıstık gibi karınızla, o an bile iş hayatınızı düşünerek sevişirken,
benim ucuz bir barda tanıştığım yarı kevaşe bir kadınla gece boyunca sevişmemin zevkini alamazsınız.
siz çok paralar verip aldığınız belki onlarca kariyer ve kişisel gelişim dergisini okurkenki aldığınız haz,
benim ikinci el kitapçıdan aldığım bir bukowski veya kafkadan aldığım hazzın yanında sıfır kalır.
ben mesela hiç playboy okumadım veya pahalı bir restoranda pahalı bir yemek yemedim.
ben makarnamı yedikten sonra divanıma oturur ve biraz müslüm gürses dinlerim dinlerken de bir 216 marka sigara yakarım.
ben insan değilim çünkü sizin gibi paraya veya daha başka bir şeye bağımlı değilim. ben hep temiz değilim, hiç bir zaman düzenli de olmadım.
ama hep kendim oldum. mahallemdeki insanlar ne derse desin benim dairemin tabanı kaygandır. sık sık arkadaşlarım gelir ve içeriz.
bazen yanlarında sarhoş bir kaç kadın da olur.
ama hiç bir zman zengin değiliz, genciz, fakiriz ve mutluyuz.

ve en önemlisi kendimiziz.

ruhu yaşlılar

 bir insan düşünün; aklında hep sorular, anlam veremediği haksızlıklar, kendini daha ileriye taşıyacak şeyleri topluma ters düşenlerde bulmuş. İnsanım ve parada gözüm yok, insanım ve hiç bir insandan nefret etmiyorum, insanım ve kürtleri de seviyorum, insanım ve kürt bir sevgilim var, insanım ve milliyetçi değilim, insanım ve din ile alakam yok. Ne kadar şaşırtıcı değil mi? ben de bazen kendime şaşırıyorum. Ne yapıyorum diye. Neden diğer tüm normal (!) insanlar gibi olamıyorum. Ben aşık olmam, severim ama aşık olmam. Ben hiç bir zaman rol yapmam: param olmadığı zaman zengin rolü yapmam, müslümanların arasında teist rolü yapmam, eğer bir kadınla düzüştüysem namuslu rolü yapmam. Çünkü ben deliyim, siz akıllısınız. Düşünsenize bir; para, aşk, namus, milliyetçilik, din size ne verdi? bunların hepsi için başka birini harcamanız gerekiyor. yani bir insanı yani sizden birini. Yoksa itibarınızı, namusunuzu, dininizi, paranızı o insanlar elinizden alır değil mi. Garip, insanlların kendilerine hiç bir şey vermeyen olgulara sıkı sıkı bağlanmaları gerçekten garip. Ve insan o kadar ezik ki! Ne kendine saygısı kalmış ne de karşısındakine. Artık insanın haricindeki her şeye insandan kat be kat fazla değer verir olduk. Peki bu ne için? Tabi ki azınlık için. Ve bugün azınlık için çoğunluk feda edilmekte ve insanlar demokrasi, cennet, eşitlik beklemekte.
 Bir yazarın sözüydü, çok anlamlıydı: ''malesef günümüz insanı gönül verdiği şeylerin sahteliğini anlayacak kadar uzun yaşamakta'' evet arkadaşlarım. İnsan, ancak yaşlılıkta anlıyor ne kadar yanıldığını, ama o zaman da dünyayı değiştiremeyeceklerini çok iyi biliyorlar. Ve köşelerinde bir şeyleri eleştirmekten başka bir şey yapmıyorlar. Ama ruhu yaşlı olanlar-Bu terimi ilk olarak alacakaranlık serisinde duymuştum- gerçeğin farkına daha erken varıyor. Ne yazık ki onların da kolektifleşme gibi bir amacı yok.

28 Ağustos 2012 Salı

müzik üzerine

  müzik, yapaydır. İlk olarak Sümerler tarafından bulunduğu bilinir. Derler ki dalları birbirine sürterek yaparlarmış ilk müzikleri. bu bana müzik hakkında şunu kavramamı sağladı. Müziğin bir insanın ruhuna dokunması için illa bangır bangır vollere sert ritimlere veya uçurum gibi ekolara ihtiyaç yok. Peki ne oldu diye sorarsanız, insanın zevkleri köreldi derim ben. Artık basit müziklerden hoşlanamıyoruz. artık müzik insanın ruhuna dokunduğu için değil. Yakışıklı erkeklerin güzel kızların söylediği için. Bu şarkıları söyleyenlerin popüler bir hayatları olduğu için.
Ve  en kötüsü bazı kesimlerin, insanlığın bu en müthiş icadını ticaret öğesi yapmasıdır.